DİN NEDİR, NE DEĞİLDİR ?
Din kavram olarak; aklın sınırlarının bittiği yerde başlayan ilahi veya ilahi olmayan ve yüce bir kudrete veya görünür bariz bir kuvvete sahip varlık veya varlıklara sadakatle, değişik umuşlarla bağlanma yol ve yöntemidir. Buradan hareketle insan, ineklere, yıldızlara, putlara, şeytanlara, kurbağalara ve çiçeklere yani tabiata din diye bağlanabilir. Dinin ortak paydası ise inanmak ve sadık kalmaktır. İnsan güven duyarak, o güce sığınarak, o güçten medet umarak yaşar ve ölür.
Semavi dinler penceresinden baktığımızda ise din, kulların kaçınılmaz olarak tabi olduğu ilahi kuvvetin yani Allah’ın kurallarına göre yaratılmış hayatı yaşama şekli ve kurallar bütünüdür ki bunun adı tevhid yani değişmez Allah dinidir.
Adından anlaşılacağı üzere semavi kelimesi sahih, kutsal, gerçek, kutsal bir kitaba dayalı hak din demektir ki bunlar Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet olarak adlandırılmaktadır.
İnsanlar hayata bir sınav olarak gelir ve tercih kullanmazlar. Keza ecel de her nefsi umulmadık bir anda yakalar ve kimseye gitmeye hazır mısın diye sorulmaz. Yaşarken de her insan bazı şeyleri akleder, bazısının anlayamaz, korkar, sevinir, canı acır, her gün bazı mucizelere tanık olur ve şöyle düşünür; bana bu canı veren kim? Ben kimim? Neden geldim dünyaya? Öldükten sonra geldiğim yere mi gideceğim?
Bu ve buna benzer sayısız soru kulu bir noktaya getirir ki o noktadan sonra cevaplar tükenir ve tüm insanlığın yüzyıllardır cevabını bulamadığı bu sorular neticesi kul göremediği ama gücünün çok kudretli olduğuna inandığı bir varlığın deliline ulaşır.
Bu nokta ayrım noktasıdır ve kimisi işi akılla çözmeye, cevabını gözle gördükten sonra inanmaya çalışarak bilime sırtını dayar ve ikna olmadığı tüm doğru cevapları elinin tersiyle iter. Kimisi ise o andan itibaren Yüce Allah’ın delillerine ulaşır ve kendisini muazzam bir kudretin minicik ve aciz bir zerresi olarak görmeye başlar ve o dakikada da sınavı idrak etmeye başlar.
İşte bu idrakten sonra da kul sınavı, hakikati ve sınırları anlamaya, öğrenmeye ve yaşamaya başlar. Artık aklın hakkı verilmeye, kalbe danışılmaya ve diğer varlıklardan farklı davranılmaya ilk adımlar atılmaktadır.
Tüm bu düzen, sınav ve mucizelerin gayesi ise kulu inanmaya sevk eder ve kul bir rehber arayışına geçer ki hatalardan arınmış olarak doğru yolda yürüyebilsin. Bu andan itibaren de çevresi, ailesi devreye girer ve ana bir yol gösterir. Çoğu insan küçük yaşlarda aldığı bu tavsiyeye uyar ve hayatını buna göre şekillendirir. Bu bilgi doğruysa mutlu, değilse şüpheci olur. Çünkü eğer o yol yanlışsa kul doğru cevapları asla bulamayacak, şüphede ve tereddütte kalacaktır. Bu da onu hakikati aramaya mahkum eder ve İslam’a getirir.
Müslüman bir anne babadan doğan çocuklar şanslıdır çünkü emek sarf etmeden hak üzere yürüyen bir yolda bulur kendisini ve tüm öğretiler bu istikamette gelişir. Yani sapmaz ve azmaz ise kazanmaya çok yakındır.
Dine bu ilk temas kulu yine farklı bir noktaya getirir ki bu merak noktasıdır. Yani tabi olunan dinin nedeni, sınırı, mahiyeti, hikmeti, sonrası hep akıllarda dolanır ve kul araştırmaya gayret eder. Bu araştırmalar da onu şüphesiz Kur’an’a ve imana götürür. Kul artık etrafındaki namaz kılanların, hacca gidenlerin, zekat verenleri neden böyle davrandığını anlamıştır ve öte yandan katilleri, zalim ve hainleri bir türlü anlayamaz hale gelmiştir.
İçten ve samimi olarak öğrenmeye, buna göre yaşamaya, bunun devamına niyetli olan kullar giderek düzelir ve kalpleri tertemiz hale gelir. İnkar ve tembellik noktasındaki zayıflar ve asiler ise her geçen gün daha çok karararak simsiyah hale gelir.
Kul dine olan sadakatinin mükafatlarını almaya başlar ve işleri rast gitmeye başlar. Çünkü niyeti güzel, ameli sağlam ve maksadı temizdir. Yüce Allah’ın da hidayet ve hikmeti ile dünyası güzele doğru değişmeye devam eder. Bu sadakate ve doğruluğa verilmiş beşeri bir mükafattır ve fazlasıyla ahiret yurdunda devam edecek rahmetin de müjdecisidir.
Kul dini anladığı halde sadakat göstermeme, reddetme, hafife alma lüksüne de sahiptir. Bu haldekiler için de kazanım bir şekilde söz konusudur ama bu sadece bu dünya ile sınırlıdır. Yani içten olmayan ibadetlere sığınanlar veya tümden reddedenler, Yaratıcıya haksızlık edenler başkaca varlıklara tabi olabilir, rol yapabilir veya hepten kuralsız yaşamayı seçebilir. Bunun karşılığında da gücüne inandıkları veya sığındıkları kişi veya varlıkların himayesine girerek korunma elde eder, kazanım sağlar, belli makamlara gelir, paraya ve üne pekala kavuşabilirler.
Ama bu kazanımlarının tamamı bu dünya ile alakalı ve sınırlı, sahte, ilahi olmayan, beşeri galibiyetlerdir. Mükafatlarının tamamı da bu kadardır.
Dindar; ait olduğu dine sıkıca sarılan ve gereğini yerine getiren demektir. Bu İslamiyet için sadece ve sadece Allah’a, diğer dinler için birden fazla güce, dini hafife alanlar için ise birilerine veya paraya veya şeytanlara sıkıca sarılmak demektir.
Dolayısıyla bir dine ait olup o dinin gereğini yerine getiren herkes dindardır. Dinci ise dindar görünen ama o dine aslında tabi olmayan veya rol kesendir. Dindar ile dinci arasındaki fark ta işte bu ikiyüzlülüktür. İslami manada dindarlık ise Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyma azim ve kararı, niyet ve ameli, ter ve gözyaşıdır.
Diğer dinler ile İslamiyetin en büyük farkı ise kılınan namaz veya verilen zekat sayısı değil İMAN bahsidir. Bu ise samimiyet ve yaklaşımın kendisi, beklentilerin ve icazetlerin gerçekliğidir. Çünkü iman görünmediği halde gayba ve ahirete, ilahi kudretin kendisine ve sistemine tüm kalple inanmak ve güvenmektir. Dinin son noktası da bu inanca göre yapmak veya bu inançtan dolayı uzak durmaktır.
Hedef Allah rızası, cihad şirk ve şeytanlara karşı, amel iyilik ve hayra yönelik olduğu müddetçe kulun imanından söz edilebilir. Yani Allah’ın sınırlarına sırf kendisine ayet o şekilde emrettiği için aklıyla ikna olmasa da kalpten sadakatle bağlı kulların imanından söz etmek mümkündür.
Öte yandan bir kısım da vardır ki inancı tam olmadığı, hala şüphe duyduğu veya dostlar alışverişte görsün diye iman eder görünerek spor ve zayıflama maksadıyla namaz kılar, gösteriş olsun diye sadaka verrir, sayısız kere turistik gezi niyetine hacca gider, en büyük ve kınalı kuzuları kurban eder ve dindar olduğunu sanır ve toplumun da sanmasını arzular. Bu aciz kul sanır ki bu riya ve gösterişi kandisine sevap kazandıracaktır.
Oysa, dinin temeli iman, imanın temeli vicdan ve kalptir. Bize şah damarından yakın olan Allah herşeyi bilen ve görendir. O istese herkes iman eder ve herkes şüphesiz inanır. Ama O diler ki kulları anlayarak, severek, ikna ve teslim olmuş vaziyette kendisine gelsinler ve sadece kendisinden beklesinler.
Kafir inkar eden, münafık inanmadığı halde inanır görünen, mürai maddi menfaat için iki de bir iman ve imansızlık arasında gidip gelen, müşrik inanan ama ilahi kudretin erkini başkaca varlıklara da pay edendir.
Dinin istediği ise kesintisiz, giderek güçlenen, gerçek ve samimi teslimiyettir ve bu teslimiyet sadece Allah’a olmak zorundadır. Tüm bunların adı ise imandır. Allah’a, ahirete, kadere, meleklere, kitap ve peygamberlere iman alt başlıkları ise bu imanın anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
% 99 iman, iman değildir. İman etmedikçe de kimseler cennetlere giremeyecektir.
İslam’a girip, Allah’a teslim olduğunu diliyle söyleyen her kul Müslümandır. İman edenlerin adı ise Müslüman değil mü’mindir. Müslümanlık ta imanın kabulü var, hayata yansıması zayıf iken, mü’minlik te mutlak itaat, severek tabi olma ve kesintisiz eda vardır.
Bu nedenle mü’min olmak müslümanlar için en büyük gayedir. En büyük zafer ise Allah rızasına mazhar olabilmektir ki tüm hayır ve iyiliklerin, güzellik ve kısmetlerin, çaba ve gayretlerin, ibadet ve diğer işlerin tek gayesi budur. Bu önemlidir çünkü Allah’ın razı olmadığı kullar şefaatten tamamen, rahmetten kısmen mahrum kalacaktır.
Şefaat ve rahmet külliyen ise inşallah mü’minlere nasip olacaktır.
Yalnız mü’min olmak için sadece inanmak doğal olarak yetmeyecek ve hayatın bu esaslar ile yaşanması gerekecektir. Bu esasların tamamı ise Yüce Kur’an’dadır. Ayetlerde emir ve yasakların tamamı var, tam, kolay ve anlaşılır haldedir ki orada bir olay veya kişiye münhasır bahsedilmiş bir hususun gelecek nesiller için manası, o kıssadan ibret çıkarıp bu güncel olaya tatbik etmek ve dolayısıyla Kur’an’a müracat etmektir.
Tek doğru yol Allah yolu, en büyük rehber Kur’an’dır. Peygamberimizin risaleti hak ve tamdır lakin hadis ve sünnetlere karışan şaibe ve rivayetler Kur’an hilafına bazı aksi manalar doğurduğu içindir ki itibariyeti Kur’an’a uygunluğu nispetindedir ki bu da zaten bizi yine Kur’an’a götürür.
Tehlike çok büyük, sorumluluk çok fazla ama kurtuluş çok ümitvaridir.
Kur’an anlaşılarak okunduğu sürece nasıl yaşanması gerektiği gayet anlaşılır haldedir ve aslında çok zor da değildir. Herkes mahşerde bu kutsal kitap esaslarına göre sorgulanacak ve ameller buna göre tartılacaktır. Bu dünyada Kur’an’ı okumasanız, tabi olmasanız hatta görmeseniz bile sorgunuz o kitaba göre yapılacağından mantıklı olanı okumak ve sorgunun mahiyetini öğrenmektir.
Bazı maksatlı çevrelerin dediği gibi ayetleri sadece arapça okumak işte bu nedenle sakat ve manasızdır. Dahası şeytanın bu hamlesi pekçok kulu cennetlerden mahrum etmeye yeter de artar.
Özetleyecek olursak; din geçerli olabilmek için sadece Allah’a kılavuzlanmak, imanı içten ve tüm kalple benimsenmek, doğru ve güzele, gösteriş ve yalandan arınmış olarak yönelmek zorundadır.
Yapanlar bahtiyar, yapamayanlar bedbaht olacaktır.
Ahiret yurdunda şefaat sadece Allah’ın razı olduğu kullaradır ve cennetlere iman etmeden kimse giremeyecektir. Ecel anında, mucizeler ve melekler göründükten sonraki iman ise fayda etmeyecektir.
Dolayısıyla içinde iman ve teslimiyet olmayan din, din değil inançtır, hobidir, sosyal faaliyettir, yalandır, sahtedir, riya ve gösteriştir. Bunun da kimseye asla faydası yok ama zararı fazladır.
Yaşadığımız zamanda başımıza kişisel ve toplumsal olarak gelen tüm bela ve müsibetlerin sorumlusu işte bu inancı zayıf veya hiç olmayanlardır. Peygamber sakalı ve sözde kılığıyla sokaklarda kol gezenlerin iman parametreleri amelleri ile ölçüldüğünde sıfırı gösterecektir. Çünkü gösterişe, yalana, zorlamaya, şiddet ve zulme, haram ve günaha meyilli bu hareketler kardan çok zarardır.
En büyük tehlike ise dini saf halinden çıkarmak, Allah’ın kudret ve mülkünü pay etmektir ki bunun adı şirktir.
BUGÜN DÜNYADA HİÇBİR KİMSE KENDİSİNİ MÜŞRİK DİYE TANIMLAMAZ. LAKİN DÜNYA MÜŞRİKLERLE DOLU, ŞEYTANLAR SOKAKLARDA KOL GÖZMEKTEDİR.
Bunun en bariz ispatı kan ve gözyaşları, fakirlik ve muhtaçlıklar, hile ve tuzaklar, savaş ve kirli oyunlar, sapıklık ve haddi aşmalar, cennet ahlakına yakışmayacak soytarılık ve kibirlerdir. Bunların sebebi kulun kendi nefsi, zayıf dini akide ve inançsızlıktır.
Şeytan da tam olarak bunu kullanır ve kulları dünya ile meşgul ederek ahireti, kendisine ve paraya tabi kılarak Allah’ı, yaşamı kullanarak ahiret sorgusunu, kötülüğün beşeri galibiyetlerini kullanarak iyiliğin mükafatlarını unutturmaya çalışır.
İmanı zayıf veya noksan olanlar ise kolayca kanar ve imanlı kullara eziyet ederler.
Bu eziyet hem Yüce Allah’ı gücendirir ve Allah rızasından mahrum eder, hem de zulüm ve günah katsayısı olarak amel defterinin eksi hanesine yazılırken, müşrik olma sıfatıyla kulu cehennemlere süresiz olarak mahkum eder.
Kafir olmak affa tabiyken, müşrik için bu geçerli değildir. Çünkü kafir her an inanmaya başlayabilir ama müsrik zaten bir inakarda olmadığı için inanarak kurtulamaz. Onun sapıklığı başkaca varlıkları devreye soktuğundadır ve bu sapık kutsalları devreden çıkarmadığı sürece de şirkten kurtulamaz.
Çok acıdır ama tevhide gönül veren milyonlar şirkin kucağında olduğunun farkında bile değildir. O kadar ki azı bilerek çoğu bilmeden şirkin içindedir.
Allah’tan değil de bir kişiden, haktan değil de şeytandan, çalışmaktan değil de sihir ve büyüden, ayetten değil de paradan medet, rızık, şifa, gelecek, makam bekleyenlerin tamamı bu haldedir ve bunlar fakirliğin de, hastalığın da, bela ve güzelliklerin de sınavın bir parçası olduğunu anlamaktan çok uzak şeytan imparatorluğunda yaşarlar.
Allah zalimlere süre verendir. Böyle yapması korktuğu, affettiği için değil azgınlıkları artsın da helakleri hak olsun ve kendilerine uyacaklar belli olsun diyedir. Bu zavallılar bilmez ki haksız kazandıkları her bir kuruş ve elde ettikleri her bir kazanım sonlarını hızlandırmakta ve cehennem sürelerini uzatmaktadır. Bu zavallılar şeytanlara tabi olarak kazandıkalrı galibiyetleri bileklerinin hakkı sanacak kadar kibir ve hırs tutkunudur ve yazık ki milyonları da ardında sürüklerler.
Oysa o serveti veren de alan da Allah’tan başkası değildir.
Dolayısıyla iman etmemek, imanı dille söylemek yetmeyeceği gibi imansız kalplerin şeytanlara karşı savunma kalkanı da yoktur. İblis kandırmaya yemin etmiş, Allah kullarına iman kalkanını bahşetmiş ve koruyacağına söz vermiştir. O halde kısaca şöyle deriz ki kötülük, şiddet ve zulme, yalan ve iftiraya, hile ve tuzağa imza atan herkes şeytanın köpeğidir ve imansızdır. Bunun dindeki adı ise cehennemliktir.
Tevhid erleri ise güzel maksatlarla, Allah rızasına yönelik işler yapmaya niyetli ve gayretli kullardır ve başaramasalar bile gayretleri ödüllendirilecek olanlardır. Önemli olan taraf tutmak, doğru tarafta olmak ve bu tarafta cihad etmektir. Gayret kuldan galibiyet Allah katındadır.
Bağlayacak olursak din, imanla bütünleşmiş, Kur’an’a uygun, sadece Allah rızası maksatlı inanç manzumesidir. Bunun dışı, aksi, bozulmuşu, eklenmişi din değildir. Çünkü din adına hüküm koyma yetkisi sadece Allah’ındır ve O sözlerini Kur’an ile tamamlamış ve bizler için kıyamete kadar İslamiyet’i seçmiştir.
Yaşam da, ölüm de, ahiret sorgusu da, kul inansa da inanmasa da Kur’an’a göre yapılacaktır. Kur’an’ı inkar eden çok ama sorumluluktan kurtulabilen yoktur.
Bu nedenle kul; Allah’a ve Kur’an’a karşı gelirken iki kere düşünmeli, günahta haddi aşmamalı, çevreye ve topluma kalıcı hasar vermekten korkmalı, imana dönüş yollarını kapatmamalı, nasuh tevbeye yönelmeli, şer ve şirkten uzak durarak sadece Allah’a teslim olmalı ve dinin hakkını vermelidir. Çünkü vebal ve ceza çok ama çok şiddetlidir.
Rabbim imanlı kullarını korusun. Amin!