Anasayfa / YARATILIŞ / Fıtri Misak
imanilmihali.com

Fıtri Misak

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hamd , Âlemlerin Rabbi , Rahmân , Rahîm , hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) mâliki Allah’a mahsustur. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”

İnsan özü itibarıyla ilahi nefha yani Yaratıcı Kudret’in bir nefesi oluşu, bizi insan ile Allah arasında bir ezeli anlaşmaya, zaman öncesi bir ahdleşmeye götürür. Kur’an buna misak veya Ahd der ve insanı ahdi bozmamaya, hayatını onun gereklerine uygun yaşamaya çağırır. (A’raf 172,173, Bakara 27, Taha 115)

Kur’an bu misakı sürekli hatırlatır, bozmamayı emreder. Nisyan (Nakz-ı Ahd); ahdi bozmak demektir. Zikir ise bir şeyi unutmamak için sürekli anmak, hatırda tutmak demektir. Misak ile zikir arasında münasebet bu nedenle kaçınılmazdır. Önce fert olarak her birimiz verdiğimiz sözün tanığıyız. İkinci olarak her peygamber ümmetinin tanığıdır. Nihayet üçüncü olarak son peygamber mahşerde kendi (ve kıyamete kadar ki insanlık dahil) ümmetinin tanığı olarak ortaya çağrılacaktır. Bu misakın uzantısı olarak Kur’an insanı yeryüzünde ‘Allah’ın halifesi’ olarak tanıtır. Yani Kur’an’ın insan önüne koyduğu yol kainata hakimiyete giden yoldur.

Tasavvufta misak, insanın bireysel, sosyal ve evrensel bütün ilişkilerinin temeli sayılır. (Cüneyd el-Bağdadi (ölm.298/910)) Misak keyfiyeti insanı biri ezelde, diğeri ölüm sonrasında yer alan iki metahistorik olgu arasına yerleştirir. Bunların ilki Yaratıcı ile insan ırkı arasında meydana gelmiş bir pakt, diğeri bu paktın bir tür muhasebesi olan Haşr faaliyetidir ki bunların ikisi de matematik zamanımızı aşar.

İlahi nefha oluşun bir uzantısı da şudur; insan Allah’ın yeryüzündeki en seçkini ve ilahi emanetin yani varlığın gayesini gerçekleştirme borcunun taşıyıcısıdır. (Bakara 30, Ahzab 72) Bu ödevini yerine getirmesi içindir ki varlık insanın emrine verilmiştir. Kur’an buna ‘teshir’ (insan dışındaki varlıkların insan emrine verilmesi) der. Teshir ise bizi şu sonuca götürür; Kur’an insanın kainata mahkumiyetini değil hakimiyetini esas alır. O’nun dini de bu hakimiyetin yoludur.

Emanet taşıyıcılık sırrı insanın yalnız melek veya sadece iblis bir varlık olmamasını gerektirir. İnsanın yüceliği bu iki kutbun beraberliğindedir. İnsan ilahi emanetin taşıyıcısı olmanın yanında bir yığın noksanlığın da toplandığı alandır; kan dökücüdür, bozgun çıkarır, acelecidir, nankördür, şehvetine düşkündür, menfaatçidir, şımarıktır, azgınlık eder, cehaleti bilgi sanır vs. Bu bakımdan Kur’an en mükemmel insan tipi Peygamberlerin bile beşeri niteliklerinden ayrı düşünülmesini istemez ve böyle düşünmeyi putperestlik sayar. (Furkan 7-9,20,41) İnsan iki kutupluluğu ile mükemmel, iyiliği ve kötülüğü ile yüce ve güzeldir.

Emanet ve teshirin bir özelliği de şudur; insan saygı ve hizmete layık bir numaralı varlıktır. İnsan evvela bedeni ile mükemmeldir. (Tin 4). Ruhuyla ise bir çok varlıktan üstündür. (İsra 70). Buradan hareketle kainatta insandan daha mükemmel varlıkların var olduğunu söyleyebiliriz. İnsan saygın olduğu için de, hizmet ve saygı ayrım yapmadan olmalıdır. Peygamberin tavrı bu anlamda örnektir. O din ayrımı yapmadan, putperestler dahil hastaları ziyaret eder, cenazelerin tamamında ayağa kalkardı. İnsanı değil insanlığı esas alırdı. Kendisini taşa tutan Taif putperestlerine beddua etmesi istendiğinde bunu reddetmiş, şöyle yakarmıştı; ‘Allah’ım kavmimi doğru yola ilet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.’ Kendisine kötülük edenleri kavmim diye anması, tüm insanlığın, tüm vücudun hücreleri olması sebebiyledir. Nitekim bu Sufi düşüncede Ruh-i Azam (En büyük ruh) olarak anılır. Öyle bir ruh ki Kur’an beyanıyla insanlara dokunup üzen her şey O’nu da rahatsız eder, incitir. (Tevbe 128) Bu tutum bizi insanların birliğine götürür. Kur’an renk, dil, ırk, bölge, soy, mal, güç vs. dünyalık üstünlükleri reddeder. İnsanlar bir anne ve babanın çocuklarıdır.

‘Allah alemlerin Rabbi’, Peygamber de ‘Alemlerin rahmetidir.’ Burada din kaydı olmadan hitap insanadır. İnsanlığın birliği, Kur’an’ın tevhidi esas olan temel karakteristiklerinden biridir. İnsana hizmet Allah’a hizmettir. Tasavvufun Hak ile Halk’ı birleştirmek dediği budur. Allah’a varış olayı (süluk) kullara hizmet ve onları sevmek esasına oturur.

İnsanın özü Yaratıcı ile aynı olunca mutluluk ve ölümsüzlüğü Allah’a varmakla elde edecektir. Allah’tan uzaklaşmak da mutsuzluk olmaktadır. Kur’an ölümsüzlük (immortalite) olayını Allah’a varış olarak ortaya koyar. Son varış noktasının Allah olduğunu beyan eder. (Bakara 156, Ankebut 8) Hürriyetin kemali de Allah’a varıştır. Çünkü hürriyet özü bulmaktır. Öz benlik ise Allah’tır. Bu yüzden Kur’an insanın şeref burcunu, kulluk (ubudiyyet; yakarma, iş yapma, değer üretme) olarak gösterir. İsra olayında Peygamberin, o yüce insanın Abd (Allah’ın kulu) diye anılması çarpıcı delildir. (İsra 1)

Allah Kur’an’a göre hem dışkın (transcendant), hem de içkin (immanent)’dir. O içkin yanıyla varlıkla iç içedir. İnsanla beraberdir. Bu beraberlik insanın insanlığını koruması şartıyladır. İnsan kader süjesidir. Çünkü Allah değildir. Ama aynı zamanda hürdür. İslam, Allah’la değişmez olan ile insan da sürekli olanı yüz yüze getirir. Tasavvufta insan vasat-ı camia’dır. Yani farklı unsurları toplayan bir ortam-varlıktır. İnsan önce zıtların birleştiği bir varlıktır. Ve bir polarite alanıdır ki tevhid (birlik) o alanda tecelli eder. Bu yüzden en karmaşık varlık insandır.

İnsan hayvandan sapık ve taşkın (A’raf 179) olabilmekte ama meleklerin şeref yönüyle üstüne çıkabilmektedir. İnsan mükemmel değildir, düşer kalkar, üstünlüğü de buradadır. Tek tek ele alınırsa insan sinekten zavallı olabilir. Ama bir yığın iyiyi ve kötüyü benliğinde taşımakla eşsiz bir kudrete ulaşmıştır. İnsan için günahsızlık ve katıksız itaat düşüş ve tükeniştir. (Tevbe 11)

İnsan Yaratan ile yaratılmışlar arasında bir kavşak noktasıdır. Bir yanı fani, bir yanı ebedidir. İnsan hayatı, asıldan ayrılış macerasıdır. Kudreti de bu ayrılık üzerine oturmaktadır. İnsan alemin kalbidir. Her şeye muhtaçtır ama tamamına hakim olan yine odur. İnsan Allah’ın şahididir. Misaktaki ahitleşme sırasında insan ruhu, Yaratıcı’nın varlığını ‘şehadet ettik’ sözüyle (A’raf 170) tasdiklemiştir. Kur’an mahşer günü her ümmetten bir şahit getirileceğini ve son peygamberin de kendi ümmetinin (kendisinden sonraki tüm insanlığın) şahidi olarak çağrılacağını söylemektedir. (İsra 41)

İnsan özüyle Yaratıcı Kudret aynı, ırk ve renk bir ayrım ve üstünlük sebebi değil ise, insanlığın birliği esastır. O halde her düşüncenin ve medeniyetin insanlık bünyesinde bir yeri ve rolü vardır. Buna kötülük ve şer de dahildir. Tevhid bireysel, toplumsal ve evrensel planda tüm zıtlarla birlikte bulunur.

Misak aynı zamanda Peygamberlerden de alınmıştır. Her peygamber kendisinden sonra gelen peygamber ve kitaba yardım edeceğine, iman edeceğine söz vermiştir. Demek ki din silsilesi hiç kopmadan gelen peygamberler ile sürekli tadil edilir vaziyette ahir zamana ulaşacak ve İslam ile nihayete erecektir, ermiştir.

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.” (Bakara 2/285)

“Hani, Allah peygamberlerden, “Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz” diye söz almış ve, “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul ettik” demişlerdi. Allah da, “Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” demişti.” (Al-i İmran 3/81)

“Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? (Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.” (Ra’d, 13/19-20)

Bu ayetlerde iki farklı insan tipi ile karşılaşılır. Bunlardan birincisi, Allah’ın indirdiği hakikatlerin farkında olan ve O’nun indirdiği her şeyin “Gerçek” olduğunu bilen, diğeri de bu gerçekleri görmemek için gözünü ve gönlünü kapatan ve böylece Hakk’a karşı duyarsız kalan kişidir. Rabbimizden bizlere Rahmet olarak indirilen Kur’an’ın “Hakk” olduğunu anlamamak, bilmemek “kör” olmakla eşdeğer tutulmuştur. Fakat bu, gözün değil; idrakin, kavrayışın veya anlamanın kaynağı olan kalbin körlüğüdür. Fiziksel olarak ama olan birisi nasıl ki yolda yürürken her an bir çukura düşebilme, bir engele takılabilme tehlikesiyle karşı karşıya ise, Kur’an’a karşı duyarsız yaşayanlar da hem bu dünyada hem de ahirette büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bizler Kur’an’ın Hak kitap olduğunu benimsediğimize göre bu gruba girmiyoruz.

Ancak 20. ayet, Kur’an’ın Allah’tan indirilen Hak bir kitap olduğu inancını taşıyanları tanımlarken bizlere çok önemli olan dinî-ahlaki bir sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Bu da Allah’a verdiğimiz sözün gereğini yapıp, O’nunla yapmış olduğumuz bağlılık sözleşmesini bozmamaktır. Rabbimizin, Âdemoğullarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık onların “evet, biz buna şahit olduk (kâlûbelâ)” şeklinde cevap verdiği bu sözleşme (mîsak) (A’râf, 7/172), aslında Allah’ın varlığı ve O’nun ilâhlığı fikrinin yaratılıştan vicdanlarımıza yerleştirildiğini sembolik olarak anlatmaktadır. Yani bizler doğduğumuzda Allah’ın varlığı fikrini kabul etmeye son derece müsait bir ruh yapısına sahip olmuş oluyoruz. Sahip olduğumuz akıl nedeniyle de içimizdeki bu inanç sorumluluğa dönüşüyor. İşte Ahid doğamızda mevcut olan bu inancımızdan kaynaklanan birtakım görev ve sorumluluklarımızı ifade etmektedir. Bunları kısaca Allah’ın tavsiyeleri, emirleri ve yasakları olarak izah edebiliriz. Esasen var oluşumuzun temelinde de bu mîsak ve ahid kavramları yatmaktadır.

Zira her peygamber aslında Allah’ın insanoğluyla kâlû-belâ’da yaptığı sözleşmeyi ve Allah’ın ahdini yani emir ve yasaklarını yeniden hatırlatmaktadır. Şu halde Kur’an’ın Allah’ın bir rahmeti olarak indirildiğinin bilincinde olan bizler son derece önemli bir yükümlülükle karşı karşıyayız. O da Allah’ın ahdinin gereği ne ise onu yapmaktır. Diğer bir ifade ile emirlerini, tavsiyelerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak. Bu bizzat kendimizin verdiği bir sözdür. Aksi halde var oluşumuzun gerekçesine ihanet etmiş oluruz. Ahde vefa dendiği zaman öncelikle Allah’a verdiğimiz söz akla gelmelidir. Çünkü Allah’ın ahdine vefa olmadıkça insanlara verdiğimiz sözlere vefadan bahsedemeyiz. Kaldı ki insanlarla yaptığımız sözleşmelerin gereğini yapmamızı emreden yine Allah’tır (Mâide, 5/1). Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak toplumumuza ve çevremize karşı olan sorumluluklarımız Allah’a karşı sorumluluklarımızdan bağımsız değildir.

Yüce Rabbimiz, ahdini yerine getirdiğimiz takdirde, bize verdiği (cennet) ahdini yerine getireceğini söylemekte (Bakara, 2/40), aksi halde bozgunculardan sayılacağımızı (Bakara 2/27) ve ahirette de hiçbir nasibimizin olmayacağını bildirmektedir (Âl-i İmrân, 3/77). Bu duruma düşmememiz için Rabbimizle yaptığımız bir sözleşmenin tarafı olduğumuzu unutmamalı, bu bilinçle üstlendiğimiz dinî-ahlaki yükümlülüklerimizin farkında olmalıyız. Netice olarak, Allah’ın ahdinin, O’na kulluk dâhil, hayatımızın her tarafını kuşatan çok geniş bir sorumluluk alanı doğurduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.

“İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah, doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir.” (Ankebut 29/2,3)

Yukarıdaki ayetler ise misakta verilen sözün lafla kalmasına müsaade edilmeyeceğine, sınanacağına ve ancak ispat edenlerin mükafatlara ereceğine işarettir ki sınav zaten bu misakın (ahdin) vefa görüp görmeyeceğidir!

Bu yazıyı okudunuz mu?

İlk isyan

Yüce Allah topraktan yaratacağı insana diğer tüm melek secde etmesini isterken, aslında kendi kudretine ve ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir