GÜZEL AHLAK ESASLARI – 1
(ADALET, AFFETMEK, AHDE VEFA, ALLAH (CC) SEVGİSİ, ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK (ALİCENAPLIK), AŞK, AYIBI ÖRTMEK, AZİM)
Güzel ahlak esasları denilince anlaşılması gereken; Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarıyla anlam kazanan, Peygamber efendimizin yüce şahsında vücut bulan, İslam ahlakı anlamında yapılması istenen, Kur’an’da teşvik ve tembih edilen, ahirette ve bu dünyada ödüllendirileceği bildirilen kişiye ve çevresindekilere faydalı, yaşamı güzelleştiren, dürüst, değer katıcı, mü’mine yakışır hal ve davranışlar olmalıdır.
Bunların kazanılması ve topluma kazandırılması ise; öncelikle Kur’an’ı ana dilde okuyarak anlamakla, iman etmeyle, sonra istişare etmeyle ve âlimlerden istifadeyle, örnek davranışlar sergilemekle, kalp ve vicdan sesi dinlemeyle mümkündür.
Gençlerin ve çocukların eğitimi kadar yetişkin cahillerin de, yanlış yönlendirilmiş nasipsizlerin de ahlaki eğitimi önem arz etmektedir. İslam’ın içine katılmış hurafelerden, yanlış yorumlardan kurtulmak ve bu sayede sadece Allah’a yönelmek güzel ahlaka kavuşmanın ilk adımıdır ki Kur’an’ın ilk ve en büyük düşmanları bu nedenle şirk ve zulümdür.
Şirk, İslami ahlakın da dinin de en büyük düşmanıdır ve zulüm, bu şeytan dinine yani şirke tabi olanların yaptığı kahır dolu haksızlıklardır. Şirkin açığı da gizlisi de, küçüğü de büyüğü de, doğusu da batısı da şirktir. Hurafeler ve dine sonradan eklenen hatta Kur’an ayetlerini değiştiren sahte yorumlar dine en çok zarar veren uygulamalardır.
Ahlak işte bu kandırmacalardan arınır, gerçek İslam temelleri üzerine oturursa güzeldir. Müslümanların bu yüzden çok dikkatli ve seçici olması lazımdır ki yanlış söz ve kişiler peşine koşanlar muhtemeldir ki helak olacaktır.
İslami ahlakta esas olan o huy veya davranışın Kur’an’a uygunluğudur. Allah’ın kelamına ve imana uygun olan kural ve kaideler İslami, uygun olmayanlar batıldır, sahtedir. Bu ayrım din işlerinde de, iman, ibadet ve ahlak üçlemesinde de genel kaidedir ve maalesef geldiğimiz noktada sahih sünnet ve hadislerin sayısı otuzlardan milyonlara çıkmış, çıkarılmıştır. Bu menfaat uğruna uydurulan sahte söylemlerle din bambaşka bir mecraya yönelmiş, Allah korusun şirk tehlikesine yakınlaşmıştır.
Allah’ın sözünün anlaşılır olabilmesi için en az bir kere Türkçe okunması ve doğaldır ki akıl süzgeciyle yorumlanması, hafızada tutulması ve benimsenmesi gerekir.
Arapça’laştırılmaya ve Arap’laştırılmaya çalışılan İslamiyet’ten arındırılmadan nasiplenmek mümkün değildir. Kur’an okunmasına karşı çıkan bir anlayışın etkisindeki kitlelerin o nuru yakalaması, ahlakı teneffüs edebilmesi mümkün değildir.
Okumayan ama başkasından dini dinleyen birisinin dini kendisine söylenen kadardır ve Yüce Allah buna rıza göstermez.
Din anlaşılmayınca, akıllar işletilmeyince de Allah’ın son dini olan İslam bir yaşam tarzı olarak yer edemez.
İslamiyet anlaşılamaz ve yaşanamazsa ahlakından da söz etmek mümkün değildir ve nitekim bugün yaşanan acılar hep bu İslam ve Kur’an bilmezlikten kaynaklanmaktadır. Kur’ansız din icat etmeye çalışanlar İslam’ın nadide güzelliğine de çamur bulaştıran bağnazlardır.
Bu nedenle güzel ahlakı ararken referans noktası önce Kur’an ve sonra sahih sünnetlerdir ki diğerleri sadece yardımcı kaynak mahiyetindedir.
Güzel ahlakın nirengi noktaları da Kur’an’ın defaten işaret ettiği hikmet odakları, men ettiği şer odaklarıdır.
ADALET
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun; kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun. Onlar zengin de olsalar, fakir de olsalar, Allah onlara sizden daha yakındır. Duygularınıza kapılıp adaletten ayrılmayın. Lafı eğer-büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/135.)
Adalet, ‘davranış ve hükümde doğru olmak, ölçülü hareket etmek, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak, hakkı layık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, herkese eşit davranmak, haklıyı haksızdan ayırmak ve haksıza hak ettiği cezayı, hak ettiği kadar vermek’ anlamlarına gelmektedir. Bu özelliği kendisinde taşıyan kimseye de ‘Âdil’ denilir. Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden (esmaü’l-hüsna) biri de bu sıfatı ifade eden ‘Adl’dir.
İslâm, adalet ahlâkını, dini bir emir ve toplumsal düzenin temeli olarak görmüş, adaletle davranan ‘adil’ kimseleri övmüş, adaletten ayrılarak haksızlık yapan ve zulme sapmış zalimleri de kötülemiş ve can yakıcı bir azapla tehdit etmiştir.
İslâm ahlâkçılarına göre adalet, bireysel ve toplumsal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlâki erdem diye tarif edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. Hak, objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir.
İslâm toplumunun temelinde yer alan Kitap ve Mizan sadece ahirete özgü değildir. Ahiret yurdunda sergilenecek bu muhakeme bu dünya içinde geçerlidir. Müslümanlar kitaba uyarak mizanı yerine getirirlerse, yani ölçülü davranıp aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa, adaleti sağlarlar. Mizanın dengesi bozulduğu zaman, adalet kaybolur gider. İnsanlar en doğal haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü ele geçirdği zaman da zulüm artar. Güç ve iktidar, kişilerin değil adaletin emrinde olmalıdır.
Hukuk adaleti sağlayabiliyorsa adildir yoksa hukuk olamaz. Adalet sağlandığı zaman hukukun üstünlüğü sağlanır ve insanlar haklarına kolaylıkla ulaşırlar. Kendini hukukun üstünde gören güçler, adalet anlayışını çiğner geçerler.
İslâm’a göre insanların birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur. Doğuştan herkes eşittir. Üstünlük Allah katında ancak takva ile olabilir. Kim Allah’ın (c.c.) sakındırdıklarından hakkıyla korunursa Allah katında onun derecesi daha üstün olur. Yoksa takva bu dünyada kişiler arası bir üstünlük derecesi asla değildir. Yani dindar, daha dindar, en dindar diye bir şey yoktur. Dünyada olan dindarlık veya dincilik olayıdır.
Takvanın üstünlüğü ise sadece Allah katındadır.
Kur’an’a göre gerçek adaletin ölçüsü hakka uymaktır. Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime ait ise onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakkı ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adalet yerine getirilir.
Allah (c.c.) kendi sözünün (Kur’an) doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tam olduğunu belirtiyor. Öyleyse adaletli ve doğru olmak, O’nun sözüne (Kitabına) uymakla gerçekleşir.
Peygamberimiz (s.a.v.) gerek iman edenlere ve gerekse gayri müslim ve kâfirlere bile o kadar adil davranırdı ki lakabı bu nedenle “emin” idi. Peygamberlik görevinden çok önceleri bile hakka riayet etmesi ve adil olması nedeniyle kendisine toplumun her kesiminden duyulan saygı onun en güzel ahlak üzere olmasının da bir deliliydi.
“Kıyamet günü doğru teraziler koyacağız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğramayacaktır. Bir hardal tanesi ağırlığında olsa bile yapılan her ameli ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 21/47.)
AFFETMEK
Ahlâk ve hukuk terimi olarak ise affetmek genellikle, ‘kötülük ve haksızlık yapanı, suç veya günah işleyeni bağışlama, cezalandırmaktan vazgeçme’ anlamlarında kullanılmaktadır. ‘Afv’, sözlükte yok etmek, ortadan kaldırmak, silip süpürmek; fazlalık, artık gibi anlamlara gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın (c.c) affediciliği ve bağışlaması çeşitli vesilelerle ifade edilerek affın ilâhi bir sıfat ve yüksek bir ahlâki üstünlük olduğu kesin olarak ortaya konmuştur. Kur’an’a göre, kötülüğün karşılığı ona uygun bir cezadır ve bu adâletin gereğidir. Hiçbir suçlu suçunun karşılığından daha fazlasıyla cezalandırılamaz. Çünkü bu zulüm olur. Buna karşılık haksızlığa uğrayan affederse “onu mükâfatlandırmak Allah’a düşer” âyeti ile bağışlayanın hakkını Allah’ın (c.c.) vereceği bildirilir. Zira bağışlayan kişi kendisi yararına adâletin yerine getirilmesinden gönüllü olarak vazgeçmiş ve affetmekle suçlu kimseye bir ‘ihsan’da bulunmuştur.
Affetmek, İslâm’da bütün faziletlerin temelini teşkil eden ve takvaya en yakın olan meziyetlerdendir.
“Sen Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz çevrenden dağılıp giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmalarını dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdikten sonra Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/159) buyurulmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v.) kendi yakınlarına ve sahabilerine sürekli olarak hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş böylelikle sonunda da pek çoğunun müslüman olmasını sağlamıştır.
Bu üstün ahlâk özelliklerinden dolayıdır ki, Peygamberimiz (s.a.v.) düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, onların ebedi kurtuluşlarına vesile olmuş, Mekke’nin fethi sonrasında da rahmet Peygamberi olduğunu bir kere daha göstermiş, düşmanlarını affetme büyüklüğünü göstermiştir.
İslâm ahlâkçıları arasında affedicilik övülür ve teşvik edilirken suçlunun, haksızlığa uğrayan taraf rıza göstermedikçe, başka herhangi bir kişi veya kurumca affedilemeyeceği de ittifakla benimsenmiştir.
Râgıb el-İsfehâni, affın verdiği mutluluğa, cezalandırma yoluyla hiçbir zaman erişilemeyeceğini, bu faziletin insana toplum içinde saygınlık ve sevgi kazandıracağını ve bunun için de affı tercih etmenin saygıdeğer bir davranış olduğunu ifade etmektedir.
Yüce Allah’ın affediciliği ve tövbeleri kabul etme hoşgörüsü rahmeti kadar sonsuzdur. Ancak kişinin zulmettiği veya hakkını yediği kimse tarafından affedilmesi yani hakkını helal etmesi tamamen o mazlum ile alakalıdır. Yani Allah affetse de kul affetmedikçe tam olarak arınılmış olunmaz. Bu af dünyada gerçekleşmezse ahirette hesaplaşma esnasında helalleşme olarak ama mutlaka gerçekleşir.
AHDE VEFA
‘Ahde vefa’, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmak, özü ve sözü doğru olmaktır.
Kur’an’a göre ahde vefâ, iman ederek Allah (c.c.) ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür iradesiyle bağlılık mükellefiyeti altına sokmuş olan müminin ahlâki bir borcudur.
İster Allah’a (c.c.) isterse insanlara karşı verilmiş olsun, her ‘vaad’ ve ‘ahid’, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine ‘ahde vefâ’ veya ‘ahde riayet’ denir ki, her iki deyim de Kur’an’dan alınmıştır.
“…Yine ayrıca, söz verdikleri vakit ahidlerini yerine getiren…. İşte bunlar gerçek sadıklar ve müttakilerdir!” (Bakara, 2/177)
“Ve onlar ki, emanetlerine ve verdiklere sözlere riayet ederler.” (Mü’minun, 23/8.)
İslâm ahlâkçılarına göre ahde vefâyı yüksek bir fazilet haline getiren husus, kişinin taahhüdünün her an aksini yapma imkânına sahip olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket etmek zorunda hissetmesidir.
Peygamberimiz (s.a.v.) verdiği sözde duran, yaptığı anlaşmaya bağlı kalan en büyük önder insandır. Bu hususta dostunu da düşmanını da birbirinden ayırmamıştır. Dostuna verdiği sözde durup, onu yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmalara da sadık kalmış, her ne pahasına olursa olsun aykırı hareket etmemiştir.
Çirkin maksatlarla, kötülükle sonuçlanacak konularda anlaşma yapılamaz ve yapılsa bile bozulması elzemdir. Ahde vefada kast edilen ahlaki ve insani hususlarda verilen sözün tutulmasıdır.
Dinimiz güzelliklerde anlaşmayı ve kaynaşmayı emretmiştir. Hayasızlık, ahlaksızlık ve adaletsizlikte değil.
Taraflardan birinin daha sonra hatta anlaşma dahilinde kötülüğe sapması veya diğer tarafın hakkını yemeye meyletmesi yahut taraflardan birinin sonuçtan kaygı duyması anlaşmanın bozulması için yeterli sebeptir. Ahde vefada ısrarcı olmak ne kadar doğru ve övülmeye layık bir davranışsa da anlaşmanın kötülemesi durumunda bozulması da o kadar övülmeye layıktır. Yoksa her iki tarafta sorumluluktan kurtulamaz ve akibetleri de ortak olur.
Şer ve zulüm üzerine yapılan ahidler hiç yapılmamalı, gaflet ile yapıldığında ise derhal bozulmalıdır. Çünkü şerde ortaklı organize suç gibi niyet ve kastın doruğa çıktığı en çirkin eylemlerdendir.
ALLAH (C.C) SEVGİSİ
Sevgi, Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biridir. Allah (c.c.) insan fıtratını, sevmekten ve sevilmekten zevk alacak, dostluktan ve yakınlıktan hoşlanacak şekilde yaratmıştır. Kur’an ahlâkını yaşayan insanlarla bir arada olmak, onlarla dostluğu ve sevgiyi yaşamak ise, iman eden bir insana birçok nimetten çok daha fazla zevk verir. Bu nedenle Allah (c.c.)’ın sevdiği ve hoşnut olduğu kullarına vadettiği cennet, gerçek sevginin, dostluğun ve yakınlığın sonsuza kadar büyük bir coşku ile yaşanacağı olağanüstü güzellikte bir yerdir.
Allah (c.c.)’ın Kur’an’da cennet hayatına dair verdiği haberlerde hep neşe, arkadaşlık, sevgi, muhabbet, güzel söz ve huzurdan bahsedilmektedir. Sevgi ve dostluğu engelleyecek her şey cennetteki insanlardan uzak tutulmuştur. Örneğin, Allah (c.c.) bir ayetinde cennete girecek olan müminlerin kalbinden ‘kin’den ne varsa alındığını bildirmiştir. [A’raf, 7 /43.]
Kıskançlık, düşmanlık, rekabet, öfke, darılma, alınma gibi sevgiyi ve dostluğu engelleyen bütün kötü özellikler cennetin dışında kalacaktır. İman edenler Allah’ın rızasını kazanmak için çaba gösteren tüm Salih müminlere yakınlık duyar, onları kendilerine yakın birer dost, sevgili ve veli edinirler.
Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı Allah (c.c.)’a olan derin sevgileridir. Bu sevgiye, ‘Muhabbetullah’ denir. Müminler, hayatlarının her anında Allah (c.c.)’ın sevgisini ve rızasını kazanmak için çaba gösterirler. Kulun Allah (c.c.) hakkındaki sevgisi, kulun kalbinde bulduğu ve duyduğu bir his olup, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar latiftir. Bu hal ve his, insanı Allah (c.c.)’ı tazim etmeye, yüceltmeye, O’nun rızasını her şeye tercih etmeye, O’ndan ayrı kalınca sabırsızlanmaya, O’nsuz edememeye, O’nsuz kalınca da kararsız hale düşmeye; ünsiyet ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O’nu zikrederek bulmaya ve O’na karşı içinde bir heyecan duymaya sevkeder.
Bu hayatta sevdiklerimizde de hep O’ndan bir pay vardır ama asıl sevgi ilahi, ebedi ve evrenseldir. Asıl sevilmeye lâyık olan nefsimizin boş hevesleri değil, Allah’tır.
Allah sevgisi ile Allah korkusu içiçe girmiş, sonu aynı yola çıkan iki kardeştir. Allah’ın rahmet ve merhameti ne kadar yüce ise azabı da o kadar şiddetlidir. Gerçek mü’min Allah’ı sonsuz bir sevgi ile sever ama yapacağı en ufak saygısızlık veya hatadan da sorumlu olacağını bilerek Allah’tan korkar. Bu korku Allah’ın emrettiği şekilde yaşamayı, bu yaşam da O’nu sevmeyi ve O’nun kulu sevmesini mümkün kılar.
Allah’ı sevmek O’na uygun yaşamak, iman, ibadet ve ahlak çizgisinden ayrılmamakla ispat edilir. Yoksa sadece dudakların sevgi sözcüğünü çıkarması hele riyakarlıkla bu sözlerin menfaat temini için sarf edilmesi sevgiden ziyade nefret ve gazap doğurur.
Dünyada sevilebilecek kötülükler ise bizi şirke, zulme ve batıla nihayetinde cehenneme götürür. Bu dünyaperestlik sevgi tapınmaları ilahi sevginin yanında zerre kadar paha etmez.
Allah sevgisinin yanına konulacak diğer kırıntı sevgilerin geçerli ve makul olabilmesi için Allah’ın emrettiği çizgide ve men ettikleri ile mesafeli olması lazımdır. Kur’an’a uygun olmayan şey sevilmeye de layık değildir.
Allah sevgisi dışındaki sevgilerin abartılması, istemeden bile olsa o sevgiyi haddinden fazla yüceltmek tehlikesine her zaman maruzdur. Bu açıdan bakıldığında özellikle kişilere aşırı sevgi duyulması Allah korusun insanı şirke bulaştırıverir.
ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK (ALİCENAPLIK)
‘Alicenap’, yüksek karakterli, haysiyetli, küçüklüğe eğilimi olmayan, cömert, faziletli, fedakâr, ukala olmayan, övülmeyi sevmeyen, pohpohlamaya değer vermeyen ve iyiliksever insan anlamındadır.
Bu özelliklerin bir arada bulunmasına da ‘Alicenaplık’ denilir.
Müminler, fedakâr (özveri sahibi), bilgili, becerikli ve iyi niyetli insanlardır. Meşru olan her şeyi diğer kardeşleriyle paylaşmasını bilir, dostuna gelebilecek bir zarar için kendisini öne atabilir, gerekirse o zararın karşısındakine değil de şahsına gelmesini isterler.
Nefisleri için arzu edip istedikleri güzellikleri, kardeşleri için de isterler. Başardıkları bir iş veya kazandırıkları bir şey için övünmeyi sevmez, kendilerini göklere çıkartanlara da kanmazlar. İyiliği ve hayırları gizlice yapar, başa kakmaz, hava atmaz, doğruluktan ayrılmaz, affedicilik ve hoşgörü ile bezenmiş bir hayat sergilerler.
Bu samimi yaşam tarzı yapılan iyiliğin sadece Allah rızası kazanmak maksadıyla yapıldığının göstergesidir ve gösterişle çalımdan uzak olduğu için de Allah katında en makbul ibadetlerdendir.
AŞK
‘Aşk’, şiddetli sevgi, ibtilâ, düşkünlük, kemâl ve cemâl (güzellik)’den dolayı duyulan aşırı muhabbete denir. Bu aşka, daha çok ‘mecâzî aşk’ denir.
Bir de, cemâli kemal noktasında, kemâlî cemâl kutbunda O Ezel ve Ebed Sultanı Allah (c.c.)’a karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da ‘hakiki aşk’ denir. Aşk, Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği bir lutfu ve bir ihsanıdır.
Allah (c.c.), aşk ve muhabbet telleri ile yaratılmışları birbirine bağlamış, dünyanın ilm-i ezelideki takdir edilmiş olan zamanına kadar düzen içerisinde devam ve bekasını, imarını, her cins canlının üremesini ve soyunun devamlılığını bu aşk ve muhabbet aracılığıyla sağlamıştır.
Eğer aşk ve muhabbet olmasaydı, şu ağır ve çetin hayat mücadelesi içinde erkek ve kadın birbirine sevgi bağlamaz, birbirine kavuşmayı istemez ve sürekli birbirinden kaçarak, uzaklaşarak aile yuvası kuramaz ve böylece toplum düzeni bozulur ve devam etmezdi.
Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine kavuşması, rızasını tahsil edip yaklaşmasını sağlaması için de yine aşk ve muhabbeti araç kılmıştır. Aşk ve muhabbetin insanla ilişkilendirilmesi, Cenâb-ı Hakk’tan başkasından (masiva) ilişkilerini kesmesi içindir. Bir Müslüman masiva’dan alakasını kesmedikçe Cenâb-ı Hakk’a gerçek bir kul olamaz.
Aşk ve muhabbet ise masiva ile alakayı kesmeye vesile olur. Kul, masiva’dan alakayı kesince de gerçek aşkın sahibi Allah (c.c.)’a âşık olarak, O’na muhabbet ederek, Aşkullah (Allah aşkı) onun kalbini ve bedenini kuşatır, gerçek kulluk görevini hakkıyla yaparak O’na kavuşma iştiyakıyla sürekli yanar durur.
Dünyevi aşk ise daha ziyade aile hayatının sevdirilmesi, hayatın daha tatlı ve çekici hale getirilmesi ile alakalıdır. Eşler bu sayede yuva kurar, toplumların geleceği hayırlı evlatlar bu sevgi sayesinde dünyaya gelir.
Zararlı olan aşk ise nefsin ve şehavetin açlıklarının sevilmesidir ki fena yol budur. Makam, hırs, kin, açgözlülük, itibar, cinsel açlık nedeniyle hâsıl olan zararlı aşk ve tutkular kişiyi çıkmazlara sürükler.
Her müslümanın ahlâki görevi; Allah’a sonsuz ilahi aşk ile koşulsuz bağlanmak, hayat arkadaşına duyduğu aşkı aile yaşantısı çerçevesinde hayâ yönünde kullanması, hayırsız şehvet, tutku ve aşklara tamah etmemesi ve bunlara saplanıp kalmamasıdır.
Gerçek sevgi Allah, Kur’an ve Peygamber sevgisidir. Aşk bu sevginin bir üst basamağıdır.
Aşk tutku ile bağlanmak, onsuz yapamamak, onun hoşlandığı şeylere yönelmektir. Bu nedenle aşk, aşık olunan hayırlı ve sevilmeye gerçekten layık ise olumlu, faydalı ve güzeldir. Eğer sevilen ahlaki, dini veya insani olarak uygun olmayan bir şeyse o aşkta faydanın kırıntısı olamaz. İnsanı uçuruma götürür.
Aşkın tüm kaide ve kuralları unutturarak kontrolsüzlüğe sürüklediği insanlar zayıf karakterli insanlardır. Bu sevgide de kalp sesinde çok nefsin arzuları söz konusudur. Gerçek sevgi kontrol edilebilir, yönlendirilebilir olmalıdır.
Allah sevgisi bu nedenle tüm sevgilerin üzerindedir. Kul can-i gönülden sever, O’nun yasaklarından uzak durup istediklerini yapmaya gayret eder. O’nun sevgisine layık olabilmek için kendisine çeki düzen verir, fedakarlık yapar. İnşallah sonuçlarını da hayatının her safhasında ve ahirette görür. Çünkü Allah hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmayacağı gibi kendisine yönelen sevgi gözyaşlarını da karşılıksız bırakmaz.
Aşkın Allah’a yönlendirilmiş motive edici, yaşama gayret ve sevinci veren tarafından bakıldığında şevk gibi faydalı ama kişilere yönlendirilmiş günah ve nefis tarafından bakıldığında şehvet kadar uçuruma yakın olduğu görülür. Bu nedenle dikkatli olmak gerekir.
AYIBI ÖRTMEK
Müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını örtmek, onları ifşa etmemek, İslâm’ın övdüğü faziletlerden biridir. Bunun karşıtı, başkalarının ayıplarını, kusurlarını araştırıp yaymak ve halk arasında bu insanların saygınlığını yitirmektir ki bu davranış Müslüman için haramdır.
Peygamberler dâhil beşerlerin günahsız olması, kusur ve kabahat işlememesi mümkün değildir. Suçsuz ve masum olmak sadece Allah’a mahsustur. Fakat bu günah ve kusurların ceza ve mükâfatını verecek olan öncelikle Allah’tır ki tüm yaptığımız veya yapmadığımız zerre kadar şeyler amel defterine kaydedilmektedir. Dahası kulun tövbesinin kabulü Yüce Rabbin rahmetine bağlıdır.
Günahlarda aşırıya gidilmediği, topluma ve kamuya zarar verilmediği sürece o günahların telafisi, affedilmesi ve zamanla iyilikle yer değiştirmesi mümkündür. Ama bir insanın açığını aramak, bilinen kusur ve kabahatini ve özellikle şahsi çıkar veya kin uğruna deşifre etmek muhtemeldir ki o suçtan daha günahtır.
Öte yandan haklı bile olunsa kötü söz etmek, gıybet etmek ölü kardeşinin etini yemek gibidir. İftira atmak ise yani bir masuma yalan yere suç isnat etmek ise cezası o suçtan kat ve kat daha büyük bir günahtır.
Mü’min başkasının açığını aramak yerine kendi açığını arar. Başkasını düzeltmeye başlamadan kendisini düzeltmeye gayret eder. Kusurları affetmeye, o kişinin hata veya kötü alışkanlığını düzeltmeye gayret eder.
Hayırlarda nasıl ki gizlice yapılanlar daha makbulse kötülüğü sessizce düzeltmeye gayret etmek te o kadar hayırlıdır. Aksi halde kişi günahının ezikliğinden kurtulamaz, tövbe edemez ve maazallah dinden ve o toplumdan soğur. Kaldı ki o günahın işlenmesinde haklı bir gerekçe bile olabilir. Nitekim Kur’an kıssasında bir çocuğu öldüren Hızır Peygambere (Doğrusunu Allah bilir), Musa Peygamber itiraz edince o çocuğun hayırsız evlat olacağı için öldürülmesi gerektiği izahı yapılmıştır. (Kehf 18/65-82) Yani iş yapılması gerektiği için yapılmıştır. Oysa dışarıdan bakılınca iş ve işi yapan kötüdür.
Dünyevi işlerimizde de gerçek mana ve maksadı her zaman yakalayamayacağımız için açık ve ayıp aramak yerine o işin sessizce düzeltilmesine gayret etmek, nasihatte bulunmak, onun ıslahı çin dua etmek daha isabetli olacaktır.
Müslüman sürekli olarak ve öncelikle kendi hata, eksik ve kusurlarını görüp onları düzeltmek için uğraşmalı ve böylelikle her geçen gün biraz daha kişisel olgunluğa ulaşmanın yollarını aramalıdır. Kendisini düzeltmeye çalışan müminlerden oluşan topluluklarda iyilik temas yoluyla tümbireyleri kısa zamanda saracak ve ayıp işleyenler de bu güzellikten istifade ile dolaylı olarak doğru yola dönecektir.
Başkalarının kusurlarını konuşmanın o kişiye hiçbir yararı yoktur. Başkalarının kusurlarını konuşmak, İslâm ahlakında ‘gıybet’ olarak tanımlanmış ve kötü huylardan sayılmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de buyurmuştur ki: “Her kim ki kardeşinin ayıbını örterse, Allah Teala da dünya ve ahirette onun ayıbını örter.” (Buhari, Müslim, İbnu Mace.)
Lakin ayıp aramamak felsefesi, günah işlemede yüzsüz, aşırı ve had bilmez zalimler için değildir.
Tam tersine bu densiz kişilerin ayıbını örtmek günaha göz yummak, suça ortak olmaktır ve imansıza / zalime karşı elle, sözle veya en azından kalple verilmesi gereken imani savaşa (cihada) ihanettir. Bu yapılmazsa; günah suç sayılmamış, suç cezasız kalmış, haksızlık yerleşmiş, ıslahı mümkün olmayan kimse mazlumların hakkını yiyerek daha da zalimleşmiş, toplum yaralanmış, adalet ayaklar altına alınmış olur.
Çünkü zulme ve imansızlık delili suç ve günahlara karşı el ile, söz ile olmazsa kalp ile karşı koymak imanın göstergesidir.
AZİM
‘Azim’, ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek; kesin karar, irade ve sabır gibi anlamlara gelmektedir.
Azim, Kur’an-ı Kerim’de, iyilikte sebat etmek, kararlılık ve kesin karar vermek anlamlarında toplam dokuz âyette geçmektedir.
” Eğer sabreder ve takva yoluna gider, sakınırsanız, işte bu azm olunacak işlerdendir.”
Hadis-i şeriflerde de yine kararlılık, sabır, niyet, hayırlı iş ve farz gibi anlamlarda kullanılmıştır.
Bedir savaşında üçyüz, malzemesiz ve silahsız Müslüman, bin kişilik silahlı ve tam donanımlı müşrik ordusuyla savaşa tutuşmuştu. Böyle bir anda Müslümanlar Resûlullah (s.a.v.)’in çevresinde toplandılar. Buna rağmen peygamberliğin sarsılmaz azim ve kararlılığı dağ gibi yerinde ve sapasağlam duruyordu. Aynı azim ve kararlılığı O’nun bütün hayatında görüyoruz.
Azmin hayata geçebilmesi için itikat, bilgi, uygunluk, yeterlilik ve niyet ön şartlardır. İman, vicdan ve akıl süzgecinden geçen kararlar isabet oranı yüksek doğru tercihler olduğundan ısrarla takipçisi olmak gerekir ki aksi geçici hevesler veya samimi olmayan davranışlardır.
Bir şeyde karar kıldıktan sonra iman, akıl ve vicdan teşvikiyle o şeyi ısrarla yapmaya, kötü şeyden uzaklaşmaya gayret etmek azmetmektir. İyiliği egemen kılmak, kötülüğü defetmek gayesiyle dökülen ter mukaddestir ve bu uğurda ölmek bile azmi yıldıramamalıdır.
Azim aynı zamanda niyet ve kasıt aşaması olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Çünkü ameller niyetlere göredir. Göstermelik hamlelerle kişileri kandırmak her zaman mümkündür ama bize şah damarımızdan yakın olan Allah’ı kandırmak mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’de iman, namaz, doğruluk, salih amel, iyiliği emir, kötülükten sakındırma, sabır, takva, bağışlamak gibi ameller, kararlılıkla yapılması ve sürdürülmesi gereken ameller olarak tanıtılır.
Bütün peygamberler gerçek iman temsilcileri, cesaret ve fedakârlık örnekleri, güzel ahlak emsalleri olduğundan azim sahibidirler. Görevlerini layıkıyla yapmış, canını ortaya koyarak savaşmış, taşlamalara ve haksızlıklara maruz kalmış ve birçoğu bu uğurda hayatını kaybetmiştir.
Azim sahibi olmanın yolu, yapacağı iş konusunda kararsızlık içine düştüğü zaman, konunun her yönünü araştırıp, bilen kimselerle istişarelerini tamamladıktan sonra en uygun gördüğü yönde kararını vermek, bundan sonra kararsızlık geçirmemek ve bundan sonra Allah (c.c.)’a tevekkül ederek uygulamaya geçmektir. Bütün işlerde bu yol izlendiği takdirde kararsızlık huyu da bırakılmış olur.
Azimde sadakat esastır. Haksızlıkla mücadele veya iyiliği başarmaya gayret için karar kılındıktan sonra vazgeçmek, ertelemek, üşenmek mü’mine yakışmayandır.
Kötülükte azim sahibi insanlar ise cehennem yolcuları olup ıslahları mümün değildir. Çünkü kalpleri mühürlü, gözleri kördür.
Azim ve inatla kötülere destek olanlar da onlara kötülük yapma güç ve yetkisi verdiği için aynı yolun yolcusudur.
NOT: Bölüm içeriğinin hazırlanmasında islamahlaki.com sitesinden kapsamlı alıntılar yapılmıştır.