GÜZEL AHLAK ESASLARI
GÜZEL AHLAK ESASLARI – 14
(TAHARET, TAKDİR, TAKİYYE, TAKVA (İTTİKA), TASARRUF, TAZİYE, TEBESSÜM, TEBLİĞ, TEDBİR, FİKİR (TEFEKKÜR))
TAHARET
Sözlükte ‘temizlik’ anlamına gelen ‘Taharet’ kelimesi maddi kirleri ve pislikleri gidermeyi ve güzellikle bağdaşmayan özelliklerden sıyrılmayı ifade ettiği gibi ruhu kötülüklerden arındırmayı da belirtmek için de kullanılır. Aynı kökten gelen ‘tuhr’ da ‘temizlik’ anlamına gelir. Temiz olan şeye ‘Tâhir’, temizleyici olan maddeye ‘Tâhur’ ve ‘Mutahhir’ temizlemeye ‘tathir’ denir. Fıkıh ilminde her türlü maddi temizliğe ‘taharet’ adı verilir.
Dini bir terim olarak ‘Taharet’, manevi kirlilik halinden (hades) ve maddi pisliklerden (habes) temizlenmek, ibadet yapabilmek için yapılması gereken zorunlu bir faaliyettir. Abdest ve gusül almak bir temizlenme fiilidir. Dolayısıyla müminler ibadet etmek için abdest alırlar, gerekirse gusül yaparlar. Hayızlı kadınlar da hayızlarının sonunda temizlenirler, yani gusül abdesti alırlar. Kur’an-ı kerim, bütün bunları ‘Taharet’ veya bunun fiil şeklinde kullanımı ile anlatmaktadır. Kur’an-ı kerim, hayızdan temizleninceye kadar kadınlara yaklaşılmamasını, [1] namaz için abdest alınmasını, cünüplük halinde yıkanılmasını emrediyor. [2] Bütün bunların sebebi Allah (c.c.)’ın müminleri temizlemek (tathir etmek) istemesidir.
Kur’an’da Taharet
Kur’an-ı Kerim’de taharet iki farklı anlamda kullanılmaktadır. Bunlar;
A. Cisim temizliği,
B. Nefis temizliği.
Kur’an-ı kerim, bu kavramı her iki anlamda da kullanmaktadır. Ancak ‘nefis temizliği’ anlamının daha çok kullanıldığını görmekteyiz. Bazen de aynı kelime ile iki anlam birden kastedilmektedir. Bundan dolayı ‘Taharet’, maddi kirlerden arınmayı anlattığı gibi, Allah (c.c.)’ın yasakladığı günahlardan kaçınıp emirleri yerine getirmek yoluyla temizlenmeyi de ifade eder. Ayet-i kerimelerde söz gelişi gökten indirilen yağmur hem temizdir (tahûr), hem de yeryüzünü kirlerden arıtan bir temizleyicidir. [3]
Allah (c.c.) peygamberliğin ilk yıllarında Hz. Muhammed (s.a.v.)’e şöyle söylüyor: “Ey bürünüp örtünen! Kalk ve bundan böyle uyarıp-korkut. Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni de temizle (tahhir). Pislikten (şirkten veya görünen pislikten) kaçınıp-uzaklaş.” [4] Bu anlamda bütün müminler ‘taharet’i-temizlenmeyi seven kimselerdir. [5] Allah (c.c.) da bu şekilde arınan kullarını sever. [6] Kur’an-ı kerim, ‘taharet’ kelimesinin farklı türevlerini kullanmaktadır. Şimdi onlara birkaç örnek verelim:
İsa Mesih (a.s.)’in annesi Meryem (a.s.) son derece iffetli ve temiz bir kadındı. Çünkü Allah (c.c.) onu özellikle seçmiş ve onu -‘tathir etmiş- temizlemişti. Onun temiz oluşu, her türlü düşük ahlâktan, iffetsizlikten, şirk, günah ve pisliklerinden, isyan ve itaatsizlik hatalarından uzak olması sebebiyledir. [7]
Kalpleri inanmadığı halde, ağızlarıyla inandık diyenler, küfür içerisinde bocalarlar. Onlar yalana kulak verirler, kelimeleri konuldukları yerden yanlış yere taşırlar. İşte Allah (c.c.) böyle kimselerin kalbini ‘tathir etmek-temizlemek’ istememektedir. Şüphesiz kalpteki küfr, nifak ve fesat bir ‘rics’tir, pisliktir. Kalplerdeki bu pislik ancak iman ve teslimiyetle temizlenir. [8] Her türlü günah ve rics kalbi kirletir, onun saflığını bozar, onu karartır. Allah (c.c.) bazı kullarını bu türlü rics’ten temizlemek ve onları arındırmak istiyor. Tıpkı özel olarak Hz. Meryem’i ve onun oğlu Hz. İsa (a.s.)’yı tathir ettiği-temizlediği gibi. “Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin ev halkı); gerçekten Allah (c.c.) sizden kiri (rics’i-günahı) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister” [9] Allah (c.c.) gökten su indirir ve bu su ile hem görünen maddi kirleri temizler, hem de manevi kirleri giderir. Gökten indirilen bu su aynı zamanda Allah’ın vahyi anlamına da gelmiş olabilir. Bu su ile Allah, Müminleri ‘tathir etmek-temizlemek’, şeytanın kalplere bırakacağı kötü düşünceleri ve fesatları silmek, onların kalplerini birbirine bağlamak istemektedir. [10]
İslâm’ın temellerinden biri olan zekât, malı temizlediği gibi, kalbi aşırı mal sevgisinden arıtır, hem de malın bereketlenmesini ummayı öğretir. “Onların mallarından sadaka (zekât) al, bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun…” [11] Bu ayette ‘taharet’ ile yakın anlamda olan ‘tezkiye’ kelimelerinin yan yana kullanılması oldukça dikkat çekicidir. Temeli takva üzerine kurulan mescitlere devam edenler müminler, ibadet, dua ve yakarış ile günah, hata ve benzeri kötülüklerden arınmak isterler. Allah (c.c.) ise arınanları sever. [12]
Allah (c.c.)’ın evi sayılan ‘Beytullah’ı tathir etmek’- temizlemek için İbrahim ve İsmail (a.s.)den söz alınmıştı. Onlar, tavaf yapmak isteyenler için o beyt’i temizleyeceklerdi. Bu temizlik her türlü şirk unsurlarından temizlenmeyi anlattığı gibi, maddi olarak temizlemeyi de anlatır. [13] Her türlü fuhuştan kaçınma da bir temizliktir. Nitekim hayatı boyunca fuhşa gitmeyen, zina etmeyen kimselere halk arasında ‘temiz kaldı, temiz insan’ gibi övücü sözler söylenmektedir. Hz. Lut (a.s.) kavmi, kendileri gibi çirkin bir fiili yapmayanlara ‘bunlar çokça temizlenen, çokça temiz kalmaya çalışanlar’ diyerek, günahta ve pislikte kendileri gibi olmayan bu temiz insanları sürgün etmek istedi. [14] Cennetlikler hafif ipek ve işlenmiş atlastan elbiseler içerisinde, gümüşten bilezikler takarak ‘tahûr-temiz’ bir içecekten içecekler. [15] Yine cennetliklere ‘mutahhara-tertemiz eşler’ verilecek. [16]
İnsanların her türlü şirk, küfür, fesat, günah, itaatsizlik ve hata gibi kirlerini temizleyip, onları ‘mutahhar’ kılmak isteyen Kur’an’ın kendisi de, esasen; “Şerefli-üstün sayfalardadır. Yüceltilmiş, mutahhar(tertemiz) kılınmış (sayfalarda).” [17] İnsanları tezkiye etmek (temizlemek) için gönderilmiş [18] Rasûl (elçi), onlara bu yüce Kur’an’ı tertemiz (mutahhar) sayfalardan okur ve onları kalbi kirleten ve insanı rezil eden her türlü kötü ahlâktan temizler. [19]
Kur’an ve onun mesajı, deyim yerinde ise, içinde kir ve leke bulunmayan bir ‘su’ gibidir ve mutahhar-temizdir. Onu temiz olan ve seçilmiş bulunan elçi insanlara tebliğ etti. Bu temiz su, bütün kalpleri temizler, onları diriltir, onlara hayat bağışlar. Bu suyun başkalarına aktarılması için de temiz kalplere ihtiyaç vardır. Kalpleri ‘vahy’ ile temizlenenler bu ‘su’yu kirletmeden ve bulandırmadan başkalarına aktarmalılar. Kalbinde rics olanlar ile bedenleri abdestsizlik ve cünûp durumuyla kirli olanlar o ‘mutahhar-tertemiz’ sahifelere dokunmamalılar. O’na ancak mutahhar-tertemiz’ olanlar el sürebilir. [20]
Görüldüğü gibi Kur’an-ı kerim ‘tahareti’ daha çok kalp temizliği, şirk, küfür ve günah gibi manevi pisliklerden temizlenme, arınma ve şerefli kılma anlamında kullanmaktadır. Bu tahareti ancak, iman edip, İslâm’ın emir ve yasaklarını yerine getiren, kendini isyan ve hatalardan uzak tutanlar yapabilirler. Şüphesiz bu müminin şerefi ve üstünlük makamıdır. ‘Taharet’ yukarıda geçtiği gibi aynı zamanda beden ve çevre temizliğidir. Allah (c.c.) hem maddi hem de manevi olarak temiz olanları (mutahharûn’u) sever. İslâm temizlik (taharet) dinidir denilse yanlış olmaz. Bütün hadis kitaplarında ve fıkıh kitaplarında bir ‘taharet bölümü’ vardır. Bu bölümlerde müslümanın ibadet için veya normal bir şekilde nasıl temizleneceği uzun uzadıya anlatılır. Çünkü manevî temizlenmeyi kazandıracak olan maddi temizliktir.
Şu hadis maddi anlamdaki ‘taharet’in önemini yeterince işaret ediyor: “Temizlik (abdest) imanın bir parçasıdır. Elhamdü li’llah sözü amel terazisini doldurur. Sübhanellahi ve’l hamdulillahi, (Allah’ın şanı pek yücedir, hamd O’na aittir) sözü göklerle yerin arasını doldurur. Namaz nûrdur. Sadaka (kurtarıcı bir) delildir. Sabır ışıktır. Kur’an senin lehine ve aleyhine bir delildir…” [21] “…taharete devam et ki rızkın artsın.” [22]
Maddî anlamda taharet, rızkın (maddi) genişlemesine de sebep olmaktadır. Bunun yanında batınî (iç) temizlik marifet, ilham gibi manevi rızkın artmasına da sebeb olur. İşte o zaman kalb huzura kavuşur, nefsin kötü sıfatları yok olur. Bu da ancak hakiki cihadın, neticesinde sağlanır. O halde, kim nefis bağından kurtulur, ölümü kendi isteğiyle tercih ederse o ebediyen yaşar. Zekâtın bir manası da taharettir, zira zekât malı habasetten, nefsi de pintilikten temizler.
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, iki kabrin yanından geçiyorlardı: – Bunlar azap görüyorlar, hem de kendilerinin azap görmeleri büyük şey için değildir, dedi. Sonra sözüne devam ederek: – Evet günahları büyüktür, biri idrardan sakınmaz, iyice taharetlenmezdi, diğeri de koğuculuk ederdi.
[1] Bakara sûresi, 2/222. [2] Maide sûresi, 5/6. [3] Enfal sûresi, 8/11. [4] Müddessir sûresi, 74/1–5. [5] Tevbe sûresi, 9/108. [6] Bakara sûresi, 2/222. [7] Al-i İmran sûresi, 3/42. [8] Maide sûresi, 5/41. [9] Ahzab sûresi, 33/33. [10] Enfal sûresi, 8/11. [11] Tevbe sûresi, 9/103. [12] Tevbe sûresi, 9/108. [13] Bakara sûresi, 2/125. [14] A’raf sûresi, 7/82. [15] İnsan sûresi, 76/21. [16] Bakara sûresi, 2/25. [17] Abese sûresi, 80/13–14. [18] Al-i İmran sûresi, 3/164. [19] Beyyine sûresi, 98/2. [20] Müslim, Taharet, 1. [21] Müslim, Taharet 1; Tirmizî, Da’avat, 91; Nesaî, Zekât, 1, [22] Buhârî, Salât, 52.TAKDİR
‘Takdir’, sözlük anlamı olarak kader, ezeldeki hüküm, Allah (c.c.)’ın her şey için ezelde verdiği karar anlamına gelmektedir. Bu kelime ‘Kadere iman’, ‘Hayrı ve şerri ile kadere ve kazaya iman’ şeklinde de ifade edilmektedir. Bu kullanışlar Kur’an-ı kerim’de birçok ayette ayrı yerlerde ve farklı anlamlarda geçen ‘Kaza’ ve ‘Kader’ kelimeleri ile ifade edilmektedir. Burada önemli olan bu anlamları iyi anlamak ve her şeyin ezelde Allah Teâlâ tarafından takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahî ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine inanmaktır. Çünkü İslâm inancına göre her şeyin ‘Takdir-i İlahi’ ile yani ‘İlahi Kadere’ uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine yani yaratıldığına inanmaktır.
Kader, lügat anlamı ile Allah Teâlâ’nın ‘İlim'(Her şeyi bilen) ve ‘İrade'(Her şeye yapmaya muktedir) sıfatlarına; Kaza ise Allah Teâlâ’nın ‘Kudret'(Her şeye gücü yeten) ve ‘Tekvin'(Her şeyi meydana getirmeye devam eden) sıfatlarına dayanır. Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereği ‘Kaza ve Kadere iman’dır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in meşhur ‘Cibril Hadisi’ [1] de, naklî delil sayılarak ‘Kaza ve Kadere İman’ şeklinde İman Esasları arasında altıncı esas kabul edilmektedir.
Bunun içindir ki her şey ‘İlahî bir ölçü’ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir. Örneğin; buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğdayı, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın, her ağacın veya her hayvanın tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün her şeyin ilahî hikmete göre yaratılmasında ve varlığın devamında esas olan ‘İlahi bir ölçü, İlahi bir kanun’dur. Kader kelimesi Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz biz, her şeyin mahiyetini beli bir ölçüye (kadere, ilahî takdire) göre yarattık.” [2] “…(Allah) her şeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayin etmiştir.” [3] Yani yaratılacak varlıkların bütün özelliklerini, zamanını veya yerini, Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikap olacağını ezelde tayin tespit etmiştir. İnsan, bütün bunlara inanmalıdır. Kaza ise bir şeyi sonuna kadar getirerek hükme bağlama, yani onun sözle ve hareketle tamamlanması, fiillerin zamanında yaratılmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de yerine göre ’emri hüküm, ilan beyan’ özellikle ‘yaratma’ manasında kullanılmaktadır. “Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ‘kaza etti’ emretti (öyle hükmetti).” [4]
Aynı zamanda Allah (c.c.)’ın emri ve hükmü manasında geçmektedir. “Bunun üzerin onları (Allah) yedi gök olmak üzere iki günde yarattı (kaza etti).” [5] Yani kaza, ‘herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak’ anlamındadır. ‘Müslüman’ın Amentüsü’nde yer alan kaza ve kader inancı Buharî ve Müslim’in yukarıdaki rivayetinde yer alan ‘Cibril Hadisi’nde, ‘Kadere İman’ iman esasları arasında, aynen açıklanmıştır. Rivayete göre bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mescitte sahabe ile otururken, insan suretinde gelen Cebrail (a.s.), ‘İman, İslâm ve İhsan’ın manasını Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sormuş ve her sorunun sonunda ‘Sadakte’ diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir. ‘İman nedir?’ sorusuna Rasûlullah (s.a.v.): “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaktır, (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir.” [6] buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif, kaza ve kadere iman etmemiz gerektiğini ifade etmektedir.
Kaza ve kadere inanması gereken insan, kâinattaki varlıkların en olgunu ve en şereflisidir. Çünkü bu âlemdeki sayısız canlı ve cansız varlıkların hepsi insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb’ını (c.c.) bilmek ve tanımak, O’na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Allah Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı birçok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesp etmek (kazanmak) kudretine sahiptir.
İslâm nazarında insan, yaratılanların en şereflisi ise de, her yaratılan gibi noksan ve sınırlıdır. Çünkü mutlak mükemmellik Allah (c.c.)’a mahsustur. Fakat insan hayvanlarda olduğu gibi irade ve ihtiyardan, seçme gücü ve isteme yeteneğinden tamamen yoksun bir varlık da değildir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki insan, bazı işleri dilerse yapıyor, dilerse yapmıyor. O halde insanın kendine mahsus cüz’î bir kudreti, irade ve seçme gücü vardır. Bu sebepledir ki insan yaptığı iyi ve faydalı, kötü ve zararlı bütün işlerden sorumludur. Bu sebeple insan karşılaşacağı olaylarda cüz’î iradesini kullanacak karar verecek, istişare edecek ve tevekkül edecektir. Kendi dışında cereyan eden olayların olduğuna ve her şeyin belli bir miktar, gaye sebebiyle yaratıldığına iman etmelidir. “Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzu ile dönmez” yani ‘Allah (c.c.)’ın takdiri kol kuvveti ile değişmez’ manasındaki beyitte de ifade edildiği gibi insan, takdire boyun eğmek zorundadır. Bu anlayış ‘rüzgârın önündeki yaprak misali’ nereye savurursa ben da oraya savrulurum, düşüncesi değildir. İnsanın cüz’î iradesini kullanarak karar alması, uygulamaya koyması, azm etmesi, istişare etmesini de içine almaktadır. Bazı şeyler vardır ki, biz onların yaratılmasındaki hikmet ve maksadı kavrayamayız ve onları şer kabul ederiz. Halbuki onlar sebebiyle sonunda birçok fayda ve kazançlar doğar. Bunun misalleri çok defa görülebilir, bazen başa da gelebilir. Nitekim bu konuda Kur’an-ı kerim’de şöyle buyruluyor: “Kerih gördüğünüz (hoşunuza gitmeyen) bir şey belki sizin için hayırlıdır. Sevdiğiniz bir şey de sevip (istediğiniz halde) belki sizin hakkınızda şer olur. (Çünkü hakikati) Allah bilir, siz bilemezsiniz.” [7]
Bu durum insanın irade ve kudreti dışında kalan fıtri ve tabi hadiselerle ilgili olan kaza ve kaderdir ki, bunlar aynen ve mutlaka taalluk eder. Örneğin; hayat ve ölüm, fırtına, sel, deprem gibi hadiselerin meydana gelmesi, kâinattaki güneş ve ay gibi varlıkların devamı kıyametin koması gibi. Bu olaylar insan irade ve ihtiyarı dışında cereyan eden olaylar olduğu için korunmaya çalışmalı ve takdire sığınmalıdır.
[1] Buharî, El-Kader; Müslim, El-İman. [2] Kamer sûresi, 54/49. [3] Furkan sûresi, 25/2. [4] İsra sûresi, 17/23. [5] Fussilet sûresi, 41/12. [6] Buhari, Kader; Müslim, İman. [7] Bakara sûresi, 2/216.TAKİYYE
‘Takiyye’, korkmak, vikayeye girmek, elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini korumak anlamına gelen ‘takva’ kelimesinden türemiştir. Takiyye, canını, malını, ırzını düşmanın zararından korumak için ondan sakınmak demektir. İnsanlar arasındaki düşmanlıklar ya din, etnik düşünce farklılığından dolayı, ya mal, mülk elde etme yarışından, ya da başa geçmek üzere dünyalık bir çıkar sebebiyle ortaya çıkar.
Takiyye, güçlü olan bir düşmandan; din, mal, can, namus, ırz gibi her türlü üstün değerleri tehlikeli bir durum karşısında korumak için başvurulan bir tedbirdir. Bu gibi değerleri tehdit altında olan bir Müslüman, böyle tehlikelerden kurtulmak, zarara uğramamak için imanını ve durumunu gizleyebilir. Kur’an buna izin vermektedir.
Takiyye’nin Önemi
İslâm, bütün hayatı kuşatan bir dindir. O yalnızca kalplerdeki bir iman, bir ahlâk ve kültür değildir. O hayatı bütün yönleriyle kurmak, ilâhî bir düzen meydana getirmek, İslâm toplumunu oluşturmak istemektedir. İslâm’a teslim olmuş Müslümanlar bir binanın taşları gibi birbirlerine sıkıca kenetlenerek Tevhid kelimesi’nin gereğini toplu olarak yerine getirmek zorundadırlar. Bunun sağlanabilmesi için Müslümanların sürekli çaba göstermeleri gerekir. Ancak İslâm’ın hâkimiyetini istemeyen müşrikler ve tağutlar, Müslümanlarla mücadele edeceklerdir. Müslümanlardan bazıları bu mücadelede düşmanın eline esir düşebilir, eziyet görebilir, işkenceye uğrayabilir, bazı hakları tehdit altına girebilir. Bu gibi durumlarda o mümin, kendinin ve mensubu bulunduğu Müslüman toplumun aleyhine olabilecek şeyleri söylememeli ve sır vermemelidir. Böyle bir durumda kendini gizlemenin, hatta imanı açığa vurmamanın adı ‘Takiyye’dir.
Böylesine bir Takiyye, takvanın gereklerindendir. Takiyye de takva gibi kişinin kendini ve üyesi olduğu Müslüman toplumu elem ve zarar verecek şeylerden koruyup sakınması demektir ki, Takiyye, bundan dolayı Kur’an’ın izin verdiği bir korunma ve sakınmadır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, Mekke dönemimde, müşriklerin işkencelerine uğrayan bazı sahabelere ‘Takiyye’ izni verdiğini biliyoruz. Taberi, Nahl Sûresi ayet 108’i şöyle tefsir etmektedir: ‘Bir kimse zorlanırsa ve düşmanlarından kurtulmak için, kalbi muhalefet ettiği halde, dili ile küfrü kabul ederse, ona ceza işlemi uygulanmaz; zira Allah (c.c.), kulları hakkında, bunların kalplerinin inandığına göre hüküm verir.’ [1] Bunun en canlı örneği, müşrikler tarafından gözünün önünde babası ve annesi öldürülen Ammar bin Yâsir’dir. Yapılan işkencelere dayanamayan Ammar (r.a.), müşriklerin istediği sözleri söyler ve ölümden kurtulur. Sonra ağlayarak Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelir ve durumu anlatır. Peygamberimiz (s.a.v.) ona şöyle sorar: “Peki o anda kalbinde ne hissettin?” O da, ‘imanla dopdolu olduğunu’ söyleyince, Peygamberimiz (s.a.v.), aynı durumla karşılaştığı zaman yine öyle yapmasını tavsiye etmiştir.
Şu örnek de dikkat çekicidir: Peygamberlik iddiasındaki (mütenebbi) Yalancı Müseyleme, sahabelerden iki kişiyi esir almıştı. Birine ‘Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik eder misin?’ diye sordu. O da ‘evet’ dedi. Sonra kendisinin peygamberliğine şahitlik edip etmediğini sordu. O da yine ‘evet’ deyince onu serbest bıraktı. Aynı soruyu ikinci sahabeye sordu. Ancak o ikinci soruya cevap olarak ‘ben dilsizim’ deyince onu öldürttü. Olayı duyan Peygamberimiz (s.a.v.), şehid olanın imanındaki doğrulukla öldüğünü ve mübarek olduğunu, diğerinin ise Allah (c.c.)’ın ruhsatını kullandığını ve hata etmediğini söyledi. Takiyye’ye şu âyette izin verilmektedir: “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Ve bunu her kim yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan bir korunma (Takiyye) yapmanız başka. Bununla beraber Allah sizi kendisinden sakınmanız hususunda uyarır. Gidiş sonunda Allah’adır.” [2] Dikkat edilirse görülecektir ki takiyye bir ruhsattır. Dileyen önemli bir tehlike karşısında ona başvurabilir. Ancak Kur’an’ın diğer âyetlerine baktığımız zaman kuvvetli olmayı, düşmanlara karşı hazırlıklı olmayı, cihad etmeyi, Allah yolunda malı ve canı harcamayı teşvik ettiğini, müminlerin kendilerinden önceki Müslümanlar gibi deneneceklerini bildirdiğini görmekteyiz. Asıl korkulması gereken düşmanlar değil Allah (c.c.)’tır. [3]
Ancak unutmamak gerekir ki, takiyye ruhsatı hiçbir zaman dünyalık bir çıkar veya makam için, ikiyüzlü davranmak, ciddiyetsiz ve ilkesiz olmak demek değildir. Böyle yapıldığı takdirde takiyye, takiyye olmaktan çıkar ve münafıklık sınırlarına girer ki bu da derecesine göre insanı küfre kadar götürür. Onun için de takiyye, Müslümanlara karşı kullanılan bir aldatma silahı değil, hasımlardan gelebilecek bir tehlikeye karşı ‘sakınma’ ruhsatıdır.
Bütün bunlara rağmen zayıf kalan, işkenceye uğrayan veya Müslümanlar aleyhine bir şey söylenmesi istenen Müslümanlar bu ruhsata başvurabilirler. Şüphesiz ki Allah (c.c.) uğruna katlanılan her şey, harcanan her türlü zaman ve mal, kat kat karşılık görecektir. Allah (c.c.) kendi yolunda, kendi dini için mücadele edenlere hem destek olacaktır, hem de onlara hesapsız ecir verip makamlarını yüceltecektir. Allah Teâlâ buyuruyor: “Ey müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost ve idareci edinmeyin, Allah’a aleyhinizde olacak açık bir delil vermek mi istiyorsunuz.” [4] [1] Taberî, Bulak, 1323. [2] Al-i İmran sûresi, 3/28 [3] Al-i İmran sûresi, 3/133–134. [4] Maide sûresi, 5/51.
TAKVA (İTTİKA)
‘Takva’ kelimesinin aslı ‘veka’ fiilidir. Bu fiilin mastarı olan ‘vikaye’, tevkıye, vikae’ kelimeleri sözlükte; bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak demektir. İslâm ahlâkında ‘insanın ibadet ve güzel işler yaparak kendisine acı verecek kötü durumlardan koruması’ şeklinde tanımlanmaktadır. Cürcanî ise ‘Allah (c.c.)’a itaat ederek O’nun vereceği cezalardan korunmak; insanın kendisini, yaptığı veya yapmadığı şeyler yüzünden karşılaşacağı cezalardan yine Allah (c.c.)’a itaat ederek korunması anlamına geldiğini belirtir.
Diğer bazı tariflere göre ise ‘Kulun masiva (Allah’tan başka her şey)’dan sakınmasıdır; dinin edep ve erkânına sahip olmaktır; insanı Allah (c.c.)’tan uzaklaştıran herşeyden uzak durmaktır; nefsin arzularını terk etmek, yasaklardan uzak durmaktır; gönlünde Allah (c.c.)’tan başka hiçbir şey görmemektir; kendini hiçbir kimseden daha iyi diye düşünmemektir; Allah (c.c.)’tan başka herşeyi terk etmektir; sözde ve davranışta Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymaktır.’
Kur’anı Kerimde ahiret inancının yoğun olarak işlendiği ilk zamanlarda inen ayetlerde takva, Allah (c.c.)’ın şiddetli azabına karşı siper görevi yapacak olan korku ve kaygı şuurunu ve bu şuurun bir sonucu olarak Allah (c.c.)’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder. Ancak zamanla İslâm toplumunun hem sayı hem de nitelik olarak gelişmesine paralel olarak takva kavramının içeriğinin de geliştiği görülmüştür.
“Yarım hurma ile de olsa, sadaka vererek, kendinizi cehennemden koruyunuz (ittika ediniz)” [1] hadis-i şerifinde sadakanın küçük olması bunu yapmaktan geri durdurmasın anlamında kullanılmıştır. ‘Veka’ fiili kökünden gelen ‘ittika’ kelimesi sözlükte; ‘vikayeyi kabul etmek, bir başka deyişle, vikayeye girmek, elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini korumaya almak’ anlamlarına gelir. Aynı kökten gelen ‘tevekka’ da ‘ittika’ anlamındadır.
Takva, ‘ittika’nın ismidir ve sözlük anlamı olarak, ‘kuvvetli himayeye girmek, korumak, kendini koruma altına almak’ demektir.
Müttakî ise, ‘ittika eden, takva sahibi’ kimse demektir. Muttakilerin özelliklerini Allah Teâlâ şöyle açıklamaktadır: “İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir. Onlar ki gayba iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah yolunda) harcarlar. Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler. Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.” [2]
Kur’an-ı kerim gelmeden önce Arapça’da ‘takva’ kelimesi, insan ve hayvan gibi bir canlı varlığın kendini, dışarıdan gelebilecek bir zarara karşı savunması anlamına gelmekte idi.
Kavram Olarak Takva
Kur’an-ı kerim, bütün diğer kavramlar gibi ‘takva’nın da sözlük anlamını temel olarak zenginleştirdi, ona yepyeni bir anlam kazandırdı. Üstelik aşağıda geleceği üzere, Kur’an’ın anlattığı ‘takva’ olayı, basit bir savunma, sıradan bir korku, kolay bir nefis koruması değil, iman ve amelle desteklenen bir aksiyon şeklindedir. Kur’an, ‘takva ve ittika’ kelimelerini, sözlük anlamına yakın manalarda da kullanmaktadır. Birkaç ayette bunun örneklerini görebiliriz: “…Kim nefsinin bencil tutkularından ‘ittika ederse-korunursa’; işte onlar, kurtuluş bulanlardır.” [3] Artık Allah da, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve sevinç vermiştir.” [4] “… Kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden ittika edin (korunun).” [5]
Kur’an’da Korkuyu İfade eden Diğer Kelimeler
Takva, kelimesinin ardında ‘korku, korkmak’ unsuru da vardır. Ancak bu kelimeyi yalnızca ‘korku veya korkmak’ diye anlamak, başka bir dile yalnızca korku diye çevirmek çok yetersiz kalmaktadır. Kur’an’da korkuyu değişik boyutlarla anlatan ‘havf, hazer, haşyet, rehbet, vecel’ gibi kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin her biri bir korku olayını değişik boyutlarıyla anlatmaktadırlar. ‘Takva’ tek başına bir korku olayı olmadığı gibi, korku unsurundan da tamamen uzak değildir. Bu bakımdan takva kelimesi bazen, ‘korku ve ürperti’ anlamında ‘havf ve haşyet’ kelimelerinin yerine kullanılmaktadır. Bu bir anlamda takvanın bir sonucu olarak Allah (c.c.)’tan ‘havf ve haşyet’ duymak (korkmak) demektir. Şu ayette ‘haşyet ve ittika’ beraber kullanılmaktadır: “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’tan korkarsa (haşyet duyarsa) ve O’ndan ittika ederse (korunursa); işte kurtuluşu erenler onlardır.” [6]
İnsandaki Korku Hissi
İnsan psikolojisinde korku ve ümit duyguları beraber vardır. İnsan, bazı şeyler karşısında aciz (yetersiz) kaldığını bilir, ondan korkar ve sığınılacak bir kucak arar. Bu korku ve ümit çizgisi, onun çalışmalarına ve hayatına yön verir. Bu duygular onu hayata bağlar. Kur’an-ı kerim, insandaki bu yaratılışı göz önünde bulundurur. Ondaki bütün lüzumsuz korkuları ayıklar, korkulması gereken yerden korkmayı, ümit edilmesi gereken şeyleri ümit etmeyi ona öğretir. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah (c.c.)’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğmek zorunda kalır.
İnsan tarih boyunca böylesine lüzumsuz korkular yüzünden kendisine sayısız tanrılar edinmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları ilah edinmiş; Firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, onları ilah edinmiş; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri ilah edinmiş; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur. Kur’an-ı kerim, insan yaratılışındaki korku ve ümit duygularını yine fıtrata (yaratılışa) en uygun bir biçimde değerlendiriyor. Bu duyguları kulluk faaliyeti çerçevesinde, insana en faydalı bir şekilde yönlendiriyor. Asıl korkulması gereken makamı gösteriyor.
Takvanın Boyutları
‘Takva’, korku duygusunu de içerisine alan bir çekinmenin, bir korunmanın ve bir saygının ahlâk ve ibadet olarak gösterilmesidir. İslâm, insandaki bu korku ve ümit duygusunu işleyerek, bu duyguların övülen bir sıfat haline gelmesini sağlıyor. Kur’an, insandaki sıradan korku ve sığınma hissini geliştirerek, kişinin manevi olarak yücelmesinin yolunu açıyor. Evet, takva duygusu, sıradan bir korkudan ziyade belki yaratılışındaki korkunun düzene konularak, bir korunma ahlâkı, bir yücelme faaliyeti, bir sorumluluk bilinci haline getirilmesidir.
En geniş ve en kapsamlı koruma Allah (c.c.)’ın korumasıdır. Allah (c.c.)’ın ‘rahmet’ sıfatı bütün yaratılmışları korur. Ancak insan, kendi isteği ile kendine zarar veren şeylerden Allah (c.c.)’ın korumasını ister, ya da işlediği fiillerin kötü karşılığı hakkında Allah’tan korkar. Burada koruma isteği daha çok, yapılan amellerin sonuçlarından dolayı duyulan bir korkudur. ‘Takva’ insanın kendisini Allah (c.c.)’ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılmasıdır. ‘Tavanın birçok tanımı yapılmaktadır. Bu çeşitli tanımlar arasında bir çelişki yoktur. Hepsi de aynı anlamı değişik kelime ve ifadelerle anlatmaktadırlar. Söz gelimi ‘takva’yı, ‘Allah (c.c.)’ın emrettiklerini tutmak, yasaklarından kaçınmak’ diye tarif edenler olduğu gibi; ‘yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir’, ‘Allah (c.c.)’ın cezalandırmasından korkarak, O’nun verdiği bir nur ile O’na itaat etmektir’, Allah’ın dışındakileri Allah (c.c.)’a tercih etmemektir’ şeklinde tanımlayanlar olmuştur. ‘Takva’nın türediği ‘veka’ fiili ve türevleri Kur’an’da tam iki yüz elli sekiz yerde geçmektedir.
Kur’an’ın en önemli kavramlarından biridir. ‘Takva veya ittika’ kulun Rabbi karşısında durumun en iyi anlatan bir sıfattır. Birçok ayette insanlara ‘Allah’tan ittika edin’ denilmektedir. Birçok peygamber kavimlerini İslâm’a davet ederken, Allah (c.c.)’tan ittika etmez misiniz?’ diyerek onları, Allah (c.c.)’tan çekinip Onun korumasına girmelerini istemişlerdir. Kur’an, ısrarlı bir şekilde ‘Allah’ fikrini, yani O’na ait ulûhiyyeti (ilâhlığı) gündeme getirir.
Zaten insan için en önemli olay, yaratılışın sebebi, yaratıcının varlığı ve yaratılan insanın bu yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikli olarak kendini var edeni tanımak ve O’nun razı olacağı bir hayatı yaşamaktan sorumludur. Hayatın ve nimetlerin sahibi olan Allah (c.c.), en sonunda bütün insanları ölümle beraber kendisine döndürüyor.
Bu bakımdan insan başıboş değildir ve hayatın hesabını vermek üzere ölecektir. Kur’an, âlemlerin Rabbi Allah’ı bütün sıfatlarıyla, O’na en üstün yücelik ve makamlar ile tanıtıyor. Sonra da insanın bu yücelik karşısında kendine çeki düzen vermesini, kendini iyi amellerle korumaya almasını tavsiye ediyor. İnsan, her halde kendinden yüce gördüğü ve bir makam sahibi kimselerin gözü önünde kötü ve çirkin iş yapmaktan çekinir. Bu çirkin işleri daha gizli yapmayı tercih eder. Allah (c.c.)’a kuvvetli bir imanla bağlanan kimse; O’nun her yerde kendisini gördüğünü bilen, yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının şuurunda olan bir kişi, şüphesiz kendine çeki düzen verir, Allah (c.c.)’ın yüce makamı karşısında çekinir, yaptığı hatalardan dolayı da O’na sığınır. İşte takvanın özünde yatan incelik bir iman ve sorumluluk duygusudur.
Şüphesiz ibadet, takvanın kendisi değil, fakat takvaya götüren davranıştır. İbadet, ilâhi emir ve yasakları yerine getirmek, takva ise zarar verecek davranışlardan sakınmaktır. İnsan, takvaya yaklaştıkça, ittika üzerinde yaşadıkça ‘ihsan’ derecesine ulaşır. İhsan’ın, Allah (c.c.)’ı görüyormuş gibi ibadet etmek olduğunu hatırlayalım. [7] Her ne kadar biz Allah (c.c.)’ı görmüyorsak bile Allah (c.c.) bizi görüyor, görür. Allah (c.c.) kendisinden hakkıyla ittika eden ve ihsan sahibi ‘muhsinlerle’ beraber olduğunu kullarına haber veriyor. [8]
Takvanın Aşamaları
Kur’an’da takvanın üç aşamada gerçekleştiğini görmekteyiz:
a. İman edip şirkten kurtulmak, böylece ebedi olarak cehenneme gitmekten korunmak. [9]
b. İslâm’ın emir ve yasaklarını yerine getirerek ibadet etmek ve böylece kendini azaptan korumaya çalışmaktır. “Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin ve sadık kimselerle beraber olun.” [10] “Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin ve (sizi) Ona (yaklaştıracak) vesile arayın: Onun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa ererseniz.” [11]
c. Takvanın en üstün mertebesi, Allah (c.c.)’ın emir yasaklarını yerine getirdikten sonra, bütün benliği ile Allah (c.c.)’a dönmek ve insanı Allah (c.c.)’tan uzaklaştıracak şeylerden kaçınmaktır. “Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla ittika edin ve ancak Müslüman olarak can verin.” [12] Şüphesiz müminler Allah (c.c.)’tan, O’nun istediği gibi, hakkıyla ittika edemezler. Bir ayet şu konuda kısa cümle getiriyor: “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan ittika edin. Dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayr (ve en büyük fayda) olmak üzere infakta bulunun!” [13]
Takvanın Önemi
Kur’an, ‘takva’ olayının üzerinde çok sık durmaktadır. Bütün peygamberlerin tebliğlerinin özünde takva vardır. Zamanlar ve mekânlar değişse bile ‘takva’ emri veya takva şuuru değişmemiştir. İslâm ümmetinden önce gelip geçen bütün ümmetlere ‘takva’ tavsiye edildiği gibi Muhammed (s.a.v.) ümmetine de ‘takva’ emredilmektedir. Yine bütün peygamberlerin kendi kavimlerine, inansınlar, inanmasınlar Allah (c.c.)’tan ittika etmeyi tavsiye ettiklerini görüyoruz. ‘Takva’ Allah’a kullukla beraber anıldığı gibi, Allah (c.c.)’a itaat etmekle veya peygambere itaat etmekle de beraber anılmaktadır. ‘Allah (c.c.)’tan ittika etmenin’ bir gereği, gönderilen elçiyi dinlemek ve ona itaat etmektir. [14] Hatta Allah (c.c.) son Peygamberine bile ‘Allah’tan ittika et’ demektedir.
Müminler de ‘Allah’tan ittika etmekten’ sorumludurlar. Kur’an, müminlere bir şeyi haber verdikten veya bir ilâhi hüküm bildirdikten sonra onlara ‘Allah’a ittika etmeyi’ tavsiye ediyor. [15] Allah (c.c.)’ın koyduğu ölçüleri (şiarları) yüceltmek işi kalplerin takvasındadır. [16] Allah(c.c.) insanlar arasındaki gerçek takva sahiplerini en iyi bilendir. [17] İnsanlara göre farklı üstünlük dereceleri vardır. Kimilerine göre soy, kimilerine göre meslekler, kimilerine göre ülkeler, kimilerine göre giyilen kıyafetler, kimilerine göre derilerin rengi ve benzeri şeyler üstünlük sebebidir. Hâlbuki İslâm’a göre bütün bunlar üstünlük nedeni olamaz.
Kur’an, en takvalı olmaya ‘etka’ demektir. O’nun üstünlük konusunda getirdiği ölçü şöyledir: “Ey insanlar! Gerçekten, biz siz bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için halklar ve kabileler gönderdik. Hiç şüphesiz Allah katında sizi en üstün (kerim) olanınız, en takvalı (etka) olanınızdır. Hiç şüphesiz Allah âlimdir (bilendir.)” [18] Allah (c.c.) akıl sahibi olanları kendisinden ittika etmeye davet ediyor. [19]
Büyük müfessir Fahrettin Razi Bakara sûresinin 196. ayetini tefsir ederken takva için ‘bütün dinî ve ahlâkî ödevleri yerine getirme ve ahlâkın sakıncalı bulduğu tutum ve davranışlardan da kaçınma’ anlamını içeren bir tanım yapmıştır. Göklerde ve yerde neler varsa hepsi Allah (c.c.)’ındır. Öyleyse ibadet yalnızca O’na yapılır ve yalnızca O’ndan ittika edilmelidir. [20] Allah (c.c.) Rabliğini, ilâhlığını, rızk verici olduğunu, her şeyden haberdar ve her şeyi bildiğini, her şeye şahit ve gözetleyici olduğunu, hesabı çabuk gören ve cezasının şiddetli olduğunu, bu nedenle kendisinden ittika edilmesini emrediyor. Takva sahibi olmanın gereği şu ayetle çok net bir şekilde ortaya konuluyor: “Ey insanlar: Rabbinizden ittika edin ki (o gün hiç)bir baba çocuğu için karşılık veremez ve hiç (bir) çocuk da babası için bir şey verici değildir. Şüphesiz Allah’ın vadi haktır. Artık dünya hayatı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı (lar) da sizi Allah ile aldatmasın.” [21] Takva ve Fücur Zıtlığı Allah (c.c.), insanı düzene koymuştur ve ona hem fücuru (günah işlemeyi) ve takvayı (sakınıp korumayı) öğretmiştir. İnsan, aklını kullanarak ve ilâhi uyarıları dinleyerek fâcirlik yapmaz (günaha sürüklenmez) ve Allah (c.c.)’tan ittika eder. Ancak nefsinin isteklerine uyan veya tağutların dini üzerine giden takva’dan uzaklaşır. Fücur, din örtüsünü yırtıp atmak, takva ise onun zıddı olarak mümini koruyan, kollayan ve tehlikelerden sakındıran bir elbisedir. [22] Bu elbise kadar sağlam, güzel ve gösterişli olursa, insanı o kadar zararlı şeylerden korur.
En Hayırlı Azık Takva
Takva aynı zamanda müminler için en hayırlı bir azıktır. “…Azık edinin, kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, benden ittika edin.” [23] Kur’an Takva Sahiplerini Övmektedir Kur’an birçok ayette ‘ittika’ sahibi ‘müttakileri’ övmekte ve onlara ait güzel özellikleri sıralamaktadır. Kur’an, böylece insanları bu sıfatları kazanmaya, gerçek anlamda ittika sahibi olmaya davet ediyor. [24] Kur’an, İslâm’ın çeşitli konulardaki hükmünü (ahkâmını) söylüyor ve bütün bunların yerine getirilmesi konusunda Allah (c.c.)’tan ittika edilmesini belirtiyor. Yahut da bu türlü ahkâmın yerine getirilmesi mü’minlere gerçek takvayı kazandıracaktır. [25] “Allah’tan ittika edin ve aranızdaki antlaşmazlıkları düzeltin, Allah’a ve Rasulûne itaat edin.” [26]
Takvanın Kazandırdıkları
Takva sahibi olmak dünya ve ahirette sonsuz faydalar sağlar. Allah (c.c.) takva sahibi olanların velisi (koruyucusu ve dostu) olur. [27] Allah (c.c.)’ın dostu (veli) olduğu kimselere korku ve hüzün yoktur, dünya ve ahirette onlar için müjdeler vardır. [28] Allah (c.c.)’tan hakkıyla ittika edenler, iman etmeyen topluluklara verilen ceza ve sıkıntılardan kurtulurlar. [29] Allah (c.c.) kendi yolunda sabreden ve ittika edenlere inkârcıların hilesi zarar vermez. [30] Eğer insanlar gönderilen peygamberi yalanlamayıp iman etseler ve takva sahibi olsalar, Allah (c.c.) onlara her yönden bereket hazinelerini açardı. [31] Rabbimiz kendisinden ‘ittika’ edenlere, hayrı ve şerri birbirinden ayıran bir nûr (bir furkan) verir. [32] İslâm’ı doğrulayıp iman eden, sonra da takva sahibi olanlara kolay olan şeyler nasip edilir. [33] İttika edenlere Allah (c.c.) kurtuluş yollarını, hal çarelerini ihsan eder. [34] Allah (c.c.) dilerse kendine ait olan yeryüzünün varisliğini ve sonucun güzelliğini takva sahiplerine verir. [35] Hakkıyla ittika edenler Allah (c.c.)’ın rahmet ve mağfiretini (bağışlamasını) hak ederler. [36]
Takvanın Ahirette Kazandırdıkları
Gerçek kurtuluşa ancak ittika edenler, müttakiler ulaşacaktır. [37] “Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise takvaya erecekler için daha hayırlıdır. [38] İnsan öyle veya böyle yaşar, çalışır, çabalar, bir şeyler elde etmeye uğraşır, nefsinin isteklerini karşılamaya çaba harcar, iyi şeyler yaptığını zanneder, sonunda ölür, gider. Ancak ölümden sonra en iyi sonucu, en yüce dereceyi kazanacak olanlar, ittika eden müttakilerdir. [39] Müttakilerin varacağı Cennet yurdu ne güzel yurttur. Aklı başında olan kimseler, Allah (c.c.)’tan ittika ederler ve bu güzel yurdu kazanmaya çalışırlar. [40] Onlara orada korku ve üzüntü dokunmayacaktır. [41] Dünyada iken müminlerle alay edenler, kendilerinin üstün olduğunu zannederler. Halbuki Allah (c.c.)’tan ittika edenler derece bakımından çok üstündürler. [42] Üstelik dünyada iken şirk koşmakta isyan ve inkâr etmekte dost (veli) olanlar, Ahirette birbirine düşman olacaklar. Takva sahiplerinin dostluğu ise devam edecektir. [43]
Kur’an-ı kerim, takva sahibi müminlere verilecek olan mükâfatları, Cennetin güzelliklerini, makamların yüceliğini sık sık vurgulamaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.) de sürekli takvayı tavsiye etmiş, kendisi her an takva ahlâkını yaşayan bir örnek olmuştur. Abdullah İbnu Amr (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.)’a: ‘En efdal (faziletli) insan kimdir?’ diye sorulmuştu. “Kalbi mahmüm (pak), dili doğru sözlü olan herkes.” Buyurdular. Ashab: ‘Doğru sözlülüğün ne demek olduğunu biliyoruz. Mahmümu’l-kalb ne demektir?’ diye sordu. “Mahmümu’l-kalb, Allah’tan korkan tertemiz kalptir, içinde günah yoktur, zulüm yoktur, kin yoktur, haset yoktur.” buyurdular.’ [44] Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ey Ebu Hureyre, verâ sahibi ol (harama götürme şüphesi olan şeylerden de kaçın) ki insanların Allah’a en iyi kulluk edeni olasın! Kanaatkârlığı esas al ki insanların Allah’a en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki (kâmil) mü’min olasın. Sana komşu olanlara iyi komşuluk et ki (kâmil bir) Müslüman olasın. Gülmeyi az yap, zira çok gülmek kalbi öldürür.” [45]
Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Tedbir gibi akıl yoktur. Sakınmak gibi vera’ yoktur. İyi huy gibi haseb (itibar vesilesi) yoktur.” [46] Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ben bir kelime -ayet- biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar hepsine kâfi gelirdi.” Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü, bu hangi ayettir? dediler, Aleyhissalâtu vesselâm: “Ve kim Allah’tan korkarsa, Allah o kimseye (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder.” [47] ayetini okudu. O’nun şu güzel sözünü hatırlayarak konuya son verelim: “… Allah’a karşı takva sahibi olmanızı, başınızda Habeşi bir köle olsa bile (Allah’ın indirdikleriyle hükmettiği sürece onu) dinlemenizi ve itaat etmenizi tavsiye ederim.” [48] Allah (c.c.)’a iman edenler, O’nun dini İslâm’ı, din ve yaşama biçim olarak seçenler, birbirlerine her şart ve durumda takva ahlâkı ile yardım ederler. Bu konuda Kur’an şöyle diyor: “İyilik ve takva da yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın…” [49] Allah Teâlâ’dan duamız odur ki, bizi takvayı gerçek anlamıyla bilen ve onu kazanmaya gayret eden salih kullarından eylesin.
[1] Buharî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 66-67. [2] Bakara sûresi, 2/2–5. [3] Tebağun sûresi, 64/16. [4] İnsan sûresi, 76/11. [5] Ali İmran sûresi, 3/131. [6] Nûr sûresi, 24–52. [7] Buhârî, Rikak 38. [8] Nahl sûresi, 16/128. [9] Meryem sûresi, 19/97. [10] Tevbe sûresi, 9/119. [11] Maide sûresi, 5/35. [12] Ali İmran sûresi, 3/102. [13] Tebağun sûresi, 64/16. [14] Ankebut sûresi, 29/16. [15] Al-i İmran sûresi, 3/186. [16] Hacc sûresi, 22/32. [17] Necm sûresi,53/32. [18] Hucurat sûresi, 49/13. [19] Bakara sûresi, 2/197. [20] Nahl sûresi, 16/52. [21] Lokman sûresi, 31/33. [22] A’raf sûresi, 7/26. [23] Bakara sûresi, 2/197. [24] Bakara sûresi, 2/177. [25] Bakara sûresi, 2/187. [26] Enfal sûresi, 8/1. [27] Casiye sûresi, 45/19. [28] Yunus sûresi, 10/93–94. [29] Neml sûresi, 27/52. [30] Ali İmran sûresi, 3/120. [31] A’raf sûresi, 7/97. [32] Enfal sûresi, 8/29. [33] Leyl sûresi, 92/5–7. [34] Talak sûresi, 65/2. [35] A’raf sûresi, 7/128. [36] En’am Sûresi, 6/155. [37] Maide sûresi, 5/35–100. [38] En’am sûresi, 6/32. [39] A’raf sûresi, 7/128. [40] Nahl sûresi, 16/30–32. [41] Yunus sûresi, 10/63–39. [42] Bakara sûresi, 2/212. [43] Zuhruf sûresi, 43/67. [44] Ebû Dâvud, Salât: 307. [45] Ebû Dâvud, Hâtem, 1. [46] Ebû Dâvud, Salât: 308. [47] Talak sûresi, 65/2. [48] Buhârî, Ahkâm 4; Ezân 54. [49] Maide sûresi, 5/2.TASARRUF
‘Tasarruf’, sözlükte malı korumaya gücü yetmek, idare etmek ve dengeli harcama yapmak demektir. Tasarruf, israf (yarını düşünmeden aşırı harcama) ile cimrilik arasında bulunursa övülen bir huy olur. İfrat veya tefrite kaçarsa, ya cimrilik ya da israf adını alacağından kötü bir huy olur. İnsan bu ince noktalara dikkat etmeli ve alışkanlıklarının bu iki huydan birine doğru kaymakta olduğunu anlar anlamaz yol yakı iken dönmeye ve tasarruf şekline geçmeye gayret etmelidir. Müslüman her işinde itidalli olmalıdır.
İfrat ve tefritten kaçmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ bu ümmetin dengeli bir ümmet olmasını ve böylece insanlığa örnek olmasını talep etmektedir: “Böylece biz sizi, insanlara şahit (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık…” “Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.” Örneğin kişi yiyip içerken israfa kaçmamalıdır: “Ey Adem oğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”
Tasarruf, para biriktireceğim diye akraba ve yakınlarından, muhtaç olanlara yardımdan kaçınmak, aile ve çocuklarını sıkıntı içinde yaşatıp parası varken yok gibi sıkıntı çekmek ve çektirmek, akranları arasında da aşağı bir hayat noktasında bulunmak değildir. Asıl tasarruf; ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği nimetlerden; para mal ve mülkten doğru yolda yiyip içmek, evlat ve ailesine yedirip içirmek ve giydirmek, ayrıca yoksullara yardım edip Allah (c.c.)’a hamd ve sena etmek; ileride çocuklarına sıkıntı çektirmemek amacıyla tedbir olarak bir miktar biriktirmeye çalışmaktır. Bunun aksine bütün bütüne tutmak veya israf etmek tasarruf değildir. İşte bu yoldaki dengeli tasarruf, eskilerin ‘reh-i akıl’ dedikleri uygun bir tasarruf şeklidir. Yerinde ve yolunda kullanılan az paranın, israf ile harcanan ok paradan daha fazla iş gördüğü de öteden beri denenmiş olan durumlardır. Tasarrufun tam zıddı olan israf, İslâm’ın ileri derecede hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır.
Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir: “Allah’ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” Bu yüzden lüks, bir toplum için ‘şer’ kabul edilmiştir.
Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nas’lar bulunmaktadır. Ancak buradaki lüksü ileri teknoloji ürünü aletleri evimize sokma şeklinde anlamak yanlıştır. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı giyim, gücünün üzerinde gereksiz harcamalar, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemeler gibi harcama ve yaşantılar kastedilir. Kur’an-ı Kerim bazen tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı akıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur’an-ı Kerim bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir.
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah’ın katındadır.” “Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; ‘Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz’ demişlerdir.” Tasarruf ile ilgili olarak kültürümüzde de çok güzel atasözlerimiz vardır. Örneğin, ‘sakla samanı gelir zamanı’, ‘ak akçe kara gün içindir’ vs sözleri tasarrufun önemini öz olarak ifade etmektedirler. Tasarruf ahlâkını çocuklarımıza ve nesillerimize eğitim çağında öğretmeli ve bunu toplumumuzda alışkanlık haline getirmeliyiz. İnsanlar ellerindeki varlıkların kıymetini bilmeyip, onları israf edip ve saçıp savurduktan sonra sıkıntıya girdiklerinde ve yokluğa düştüklerinde pişman olmakta ve ‘keşke kıymetini zamanında bilseydim’ demektedirler. Pişmanlıkların fayda vermeyeceği ve giden kaynakları geriye getirmeyeceği zamanında düşünülerek hareket edilmelidir.
TAZİYE
‘Taziye’, musibetle karşılaşan kişiyi teselli etme, sabra teşvik etme yönünde sözler söylemektir. Dilimizde bir yakını vefat eden kimseye baş sağlığı dilemek, taziye vermek, geçmiş olsun dileklerini bildirmek anlamında kullanılır. Bir yakını vefat eden mümine taziye de bulunmak İslâm ahlâkının gereklerindendir. Ancak cenaze sahiplerinin acısını yenilememek için üç günden sonra taziyede bulunmak mekruh sayılmıştır. Diğer yandan cenazenin defninde bulunmayan uzaktaki kimseler üç günden sonra da taziye de bulunabilirler.
Taziyede bulunmak, cenaze sahiplerinin yanına bizzat giderek, telefon vs. ile ya da mektup yazarak gerçekleşebilir. Taziyenin musibeti azaltıcı ve insanların kısa süreli de olsa üzüntüsünü gideren bir ifadesi olduğu da unutulmamalıdır. Sabır tavsiye etmek, musibetin ecrini, sevabını hatırlatmak, ölen kimse için dua etmek, makamının cennet olmasını niyaz etmek, ‘Allah ecrini artırsın’, ‘Şükretmeyi nasip etsin’ gibi dualarda bulunmak, ‘hayra sebep olan, yapan gibidir’ düsturuna binaen, taziye ile musibet sahibini teskin ve teselli eden onun ecrine Allah (c.c.)’ın izniyle ortak olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) üç güne kadar yas tutmaya izin vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve Ahiret gününe iman eden kadına ölü için üç günden fazla yas tutmak helal değildir. Ancak kocası için iddet süresi olan dört ay on gün yas tutması müstesnadır.” [1]
Definden önce veya sonra ölüme ağlamak ittifakla caizdir. Ancak sesi yükseltmemek, çirkin sözler söylememek ve ağıt yakmamak gerekir. Çünkü oğlu İbrahim ölünce Hz. Peygamber (s.a.v.) ağlamış, yine kızının oğlu can çekişmekte iken kendisine arz edilince gözlerinden yaşlar boşanmıştır. Sebebi sorulunca da şöyle cevap vermiştir: “Bu, Allah rahmetidir, onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına merhamet eder.” [2]
Ölümden ibret almak ve ölenlerin ardından iyi şeyler yapmak gerekir. Bunlar arasında elbetteki ilk sırada ta’ziyede bulunmak gelir. Müslüman kişinin sorumluluklarında biridir çünkü taziyede bulunmak. Peygamber Efendimiz hem taziyede bulunmayı öğütlemiş hem de taziyede bulunulacak eve yardım edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Ölüm sebebiyle büyük üzüntü yaşayan ve yıkılmış olan hane sahipleri misafirleri karşılayamayacağı hatta kendi ihtiyaçları olan yemek yapma vs. gibi şeyleri yerine getiremeyeceklerini göz önünde bulunduran Peygamber (s.a.v.) taziye ve cenaze sahiplerine yardım etmeyi şöyle öğütler:
Ebu Berze el-Eslemî (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim çocuğunu kaybeden bir anneye taziyede bulunursa cennette ona bir bürde giydirilir.” [3] İbnu Mes’ud (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim (bir belaya) maruz olana taziyede bulunursa, ona öbürünün sevabının bir misli verilir.” [4] Abdullah İbnu Câfer anlatıyor: ‘Ca’ferin ölüm haberi geldiği zaman, Rasûlullah (s.a.v.): “Ca’fer ailesi için yemek yapın! Çünkü onlara, onları meşgul eden (haber) geldi!” buyurdular.’ [5] Amr İbnu Hazm (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Bir musibeti sebebiyle din kardeşine taziyede bulunan hiçbir mü’min yoktur ki, Allah Teâla Kıyamet günü ona bir takım keramet elbisesi giydirmesin.” [6]
Sonuç olarak Müslüman’ın diğer müminlere karşı görevlerinden biri de onu son yolculuğuna uğurlaması ve definden sonra da onun yakınlarına baş sağlığı dileğinde bulunmasıdır. Bir musibete, felakete uğrayan kimselere sabır tavsiyesinde bulunmak, meydana gelen musibetle kaderin tecelli ettiğini ve bunu geri çevirmenin artık mümkün olmadığını, bu nedenle kadere teslim olmanın kişiyi ruhî rahatlığa erdireceğini telkin etmek gerekir.
[1] Şevkanî, Neylu’l-Evtar, c.VI, s.292. [2] Buharî, Cenaiz, 33; Tevhid, 25; Müslim, Cenaiz, 9, 106; Ebu Davud, Cenaiz, 24. [3] Tirmizî, Cenaiz. [4] Tirmizî, Cenaiz. [5] Tirmizî, Cenaiz; Ebu Davud, Cenaiz. [6] Buhari; Müslim.TEBESSÜM
‘Tebessüm’, gülümseme, insanlara güler yüzle bakmak ve hoşgörülü olmaya çalışmaktır. Hasan-ı Basrî hazretleri güzel ahlâktan bahsederken tebessüme de değinir ve şöyle devam eder; ‘Güzel ahlâkın esası, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.’
Müslüman kardeşine diğer bir müslümanın güleryüzle bakması, onun ruhunda saflığın ve neşenin yüzde parıltısı ve yansımasıdır. Buna göre insan ve bilhassa Müslüman kişi daima güler yüzlü ve anlayışlı olmalıdır. Din kardeşini güler yüzle neşeli bir şekilde karşılamak onu sevindirir ve içini rahatlatır. Bir mü’mini sevindirmek ise, hiç şüphesiz başlı başına bir iyiliktir.
İnsanlara karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmak da dinimizin önemli ahlakî kuralları arasında yer alır. Müslüman olsun olmasın herkesi insan olarak görmek ve herkese insanca muamelede bulunmak temel ilkelerden biridir. Mü’min ve Mü’min olmayan ayrımı dünyada kişilere uygulanacak hukukî prensipler ve muamelatla alakalıdır. Çünkü insanın doğumu, ölümü, evlenmesi, boşanması, çeşitli hukukî statüleri inancıyla doğrudan alakalıdır. Peygamber Efendimiz bu konuda da bize önder olmuş bir hadisinde şöyle demiştir: “Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” [1] Peygamber Efendimiz ashabıyla otururken, sohbet ederken tebessümü yüzünden hiç eksik etmezdi. Bunu pek çok hadiste ve tarihi olayda görebilmekteyiz. İnsanın pek tabii bir ihtiyacı olan tebessümü Rasûlüllah’ta şöylece görebilmekteyiz: Simâk İbnu Harb anlatıyor: ‘Câbir İbnu Semüre (r.a.)’e dedim ki: – Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber oturdun mu? – Evet, dedi, hem de çok. Sabah namazını kılınca, namaz kıldığı yerden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Bu esnada (cemaat) birbirlerine cahiliye devri ile ilgili şeyler anlatırlar ve gülerlerdi. Rasûlullah (s.a.v.) da tebessüm buyururlardı.’ [2] Cerîr (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) Müslüman olduğum günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp de yüzüme karşı tebessüm etmediği de olmadı. [3] Yine Yüce Nebi’nin hadislerinden görebildiğimiz kadarıyla, O bir işi onaylayacağı vakit de tebessüm buyururlardı. Dolayısıyla tebessüm çok narin bir duyguyu, yüksek bir seciye ile onaylamayı da içermektedir.
Yüce dinimiz, insanları birbiriyle kaynaştıracak her harekete değer vermiş, bunların insana sevap kazandıracağını belirtmiştir. Yukarıdaki hadiste de müşahede edildiği gibi küçücük bir ikram, tatlı bir söz, hatta bir gülümseme bile iyilik sayılmıştır. Zira İslâmiyet’in gayesi, insanlara tek bir Allah (c.c.)’ın kulu olduklarını, aynı ana babadan üreyip çoğaldıklarını hatırlatmak, bu sebeple de birbirlerine yakınlaşmalarını sağlamaktır.
Hedef böylesine ulvi olunca, insanı o hedefe yaklaştıran her hareket önemli ve değerlidir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz tebessümdeki etkiye dikkatimizi çekmiştir. Aslında bu sihrin gücünü herkes bilir. Soğuk bir tavırla birbirine bakan kimselerden birinin dudağının ucunda beliren hafif bir tebessümün, aradaki mesafeleri bir anda yok ederek onları birbirine nasıl yaklaştırdığını bilmeyen ve yaşamayan yoktur. Ne yazık ki çoğumuz, Cenâb-ı Hakk’ın esirgemeden hepimize verdiği bu serveti kullanmakta cimri davranır, aramıza buzdan duvarlar öreriz. Tebessüm etmek aynı zamanda Peygamber Efendimizin bir sünnetidir.
[1] Müslim, Birr, 144. [2] Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesei; İbn Mace. [3] Buhari; Müslim; Tirmizi.TEBLİĞ
‘Tebliğ’, gerek zaman, gerek yer ve gerekse nitelik açısından amaca ulaşmak, sona varmak ve son noktaya erişmek demektir. ‘Tebliğ’, Kur’an’da Allah (c.c.)’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun mastarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırılan şey demektir.
‘Tebliğ’ edilmesi gereken şey Allah (c.c.)’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah (c.c.)’tır. Bütün peygamberler (a.s.) bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine Allah (c.c.) tarafından vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla görevli ve sorumludurlar. Tebliğin muhatabı ise tebliğ ulaştırılması gereken insanlardır. ‘Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah (c.c.)’tan aldıkları vahyi, hiçbir ekleme yapmadan ve hiçbir şey çıkarmadan en güzel şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [1] Peygamberlerin Tebliğ Görevi Tebliğ görevi bütün peygamberlere verilmiştir. Örneği Hz. Nuh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risaletini (ilahi mesaj) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah (‘ın bana verdiği ilim)’den biliyorum.” [2] Aynı ifadeyi Hz. Hud (a.s.) da, Hz. Salih (a.s.) de, Hz. Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi. [3] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [4]
‘Tebliğ’ ile görevli bütün peygamberler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor koşullara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her türlüsünü denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ çalışmalarında yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin yazdığı en büyük zorba kişi ve sistemlere karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun yöntemler kullanarak, Allah (c.c.)’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve bataklığın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt vericisin. Onlara (inanmaları için) zor ve baskı kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; işte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.” [5] “…Eğer teslim olurlarsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirirlerse, artık sana düşen ‘belağ’ (duyurma)’dır. Allah kullarını hakkıyla görendir.” [6] Merhamet sahibi Allah (c.c.) tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen İlâhi vahiy, yine merhamet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, özveri, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir tutum ‘tebliğ’ faaliyetiyle de bağdaşmaz. Ancak onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah (c.c.)’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek ve zillet yoktur. [7] Şunu da unutmamak gerekir ki, peygamberler (a.s.) kendilerine gelen vahyi yalnızca açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar, onların inanmalarına zorlamazlar. Ancak inkârcılar Peygamberlerin görevi olan ‘tebliğ’e engel olurlar ve inananlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan müminlerle beraber bir İslâm toplumu kurarlar ve o toplumu Allah (c.c.)’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Peygamberler ‘tebliğ’ görevini en uygun yöntemlerle ve amacına uygun olarak yaparlar. Öyle ki, en katı yürekli, zalim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda da güzel bir örnek veriyor: “İkiniz (Hz. Musa ve Harun) Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır, düşünür ya da içi titrer, korkar.” [8] Böyle kimselere ‘tebliğ’ etmek anlamsız ve yararsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından ‘tebliğ’ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti ve bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığın en son peygamberi olarak ‘tebliğ’ görevini tamamladıktan sonra ‘Veda Hutbesi’nde hitabesini tamamladığında şöyle buyurdu: “Tebliğ ettim mi? Allah’ım şahid ol!” [9] Bu veciz hitabıyla ‘Tebliğ’ görevini tamamladığına dair Allah (c.c.)’ı yüzbin kişiden fazla olan hacı sahabenin huzurunda şahit tutuyordu. Çünkü tamamladığı ‘tebliğ’ görevi çok büyük ve son peygamberlik göreviydi. Tebliğ Görevi ve Tebliğ Yöntemi ‘Tebliğ’ çalışmalarının nasıl yapılacağı konusunda peygamberler (a.s.) en güzel örnektir. Kur’an, bunun nasıl yapılacağını özlü bir şekilde açıklıyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” [10] Davet ile tebliğ hemen hemen aynı şeyleri ifade eder. Birisi insanları vahyin aydınlığına çağırmayı, diğeri de bu aydınlığı insanlara sunmayı, ulaştırmayı anlatır. Sonuç olarak amaç, bu aydınlıkla insanın buluşmasını ve insanın onda aydınlanmasını sağlamak ve onu hem dünyada ve ahirette mutlu etmektir. Hikmetle tebliğ, dikkatli olmak, karşısındaki kişinin durumuna göre hareket etmek, en güzel bir tavrı takınmak, ısındırıcı olmak, itici olmamak, etkileyici be bilimsel yöntemler kullanmak demektir. Güzel öğüt, vahyin müjdeleri ve uyarıları ile olur. Öğüt yalnızca sözle değil, fiil ve davranışlarla yapılır. Davranışların çoğu zaman sözden daha etkili olduğu herkes tarafından bilinir.
En güzel mücadele, tebliğ yönteminin en güzel, en mantıklı, en inandırıcı, en çekici ve en ikna edici olmasını anlattığı gibi, tebliğe engel olucu unsurlarla en güzel mücadeleyi de göstermektedir. Tebliğci, vahyin mesajını herkese ulaştırma uğruna en güzel araçları, en uygun bir biçimde kullanacak ve insanların ilâhi vahiyle tanışmalarını sağlayacaktır. Bu yöntemi bütün peygamberler (a.s.) uyguladığı gibi, dinin tebliğcisi her mümin de uygulamalıdır. Unutulmamalıdır ki her mümin İslâm’ı yaşamaktan sorumlu olduğu gibi, İslâm’ı temsil ve tebliğ etmekten de sorumludur. Onun güzel ve takva hayatı, Din’e davet gibi olmalıdır. Bütün ibadetler Allah (c.c.) rızası için olduğu gibi, tebliğ ve davet faaliyeti de Allah (c.c.) rızası için olmalıdır. Kur’an şöyle buyuruyor: “O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve: ‘Ey hemşehrilerim, gönderilen bu elçilere uyun. Sizden bir ücret istemeyen bu kişilere, ki bunlar hidayete ermişlerdir.” [11]
İslâmî tebliğin hedefi toprak kazanmak, dünyalık kazançlara ulaşmak ya da bir takım makamlara ve saltanatlara ulaşmak değildir. Onun amacı geçici dünya hayatının lezzetlerini elde etmek olamaz. Tebliğin amacı insanların gönüllerini fethetmektir. Gönülleri hakka, hidayete ve İslâm’ın aydınlığına açmaktır. Gönülleri sahte sevgilerin, aldatıcı tutkuların, oyalayıcı heveslerin işgalinden kurtarmaya kapı açmaktır. Yüreklerin kirini, pasını, ağır ve gereksiz yüklerini yıkamak ve üstünden kaldırmaktır. Kalpleri yaratıcısıyla buluşturmak, onları gerçek sevgiye ve gerçek sevgiliye bağlamaya davettir. Yüreklerin ve gönüllerin fethi, toprakların ve coğrafyaların fethinden çok daha önemlidir. Çünkü gönüllerin İslâm ile aydınlanması, mekânların da bu nurla tanışması demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: “İnsanları dine davet edin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Uyumlu olun, geçimsiz olmayın.” [12] [1] Maide sûresi, 5/67. [2] A’raf sûresi, 7/62. [3] A’raf sûresi, 7/68,79,93. [4] Ahzab sûresi, 33/39. [5] Ğaşiye sûresi, 88/21-24. [6] Al-i İmran sûresi, 3/20. [7] Furkan sûresi, 25/52. [8] Taha sûresi, 20/43-44. [9] Veda Hutbesi. [10] Nahl sûresi, 16/125. [11] Yasin sûresi, 36/20-21. [12] Müslim, Cihad; Buhari, İcare/8.
TEDBİR
‘Tedbir’, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt ettiren; ömrün yıllarını ve günlerini akıl ve hikmetle değerlendirip iyi idare etmeye yardım eden bir fazilettir. Her ne kadar tedbir faziletin bütünü değilse de onsuz faziletlere ulaşmak mümkün olmaz. Tedbir, yalnız yürümez. Uyanıklık ve dikkatli olmanın arkadaşlığı ile hareket eder ve rolünü oynar. Ayrıca selim aklın bütün dikkatlerini topladığı şeylere yönelir ve uyar. Doğruyu yanlıştan ayırmak için selim olan aklın ölçeğine başvurmayarak bir şeyde başarı sağlayan kişiye tedbir sahibi denmez. Böyle kimsenin başarısı ne olursa olsun yalnız şansının müsaade ettiği kişi ismini alabilir.
Müslüman her zaman uyanık olup dünyadaki tehlikelere karşı tedbirini almalıdır. Allah (c.c.) Müslümanlardan böyle davranmalarını istemiştir. Çünkü düşmana karşı bir an bile tedbir elden bırakılamaz. Atalarımızın da dediği gibi ‘su uyur düşman uyumaz.’ Allah Teâlâ Müslümanlara şöyle buyuruyor: “Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size ‘eksiksiz olarak ödenir’ ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” [1] “Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın yahut (gerektiğinde) topyekûn savaşın.” [2]
Tedbiri üç şey bozar:
1- Ortak ve o işle ilgilenenlerin çok olması. Bu durumda o işle ilgilenenlerin her biri bir başka yöne çekeceğinden tedbir bozulur.
2- Tedbir alan kişilerin arasında ikiyüzlü ve çekemeyenlerin bulunması. Bu durumda işe garaz ve kin karışacağı doğal olduğundan tedbir bozulur.
3-Bilinmeyen bir şey üzerine düşünüp, erbabından, anlayanlarından sormaksızın tedbir etmek.
Bu da kesin olmaktan uzak bir zannı ve bir tahmini ifade eder nitelikte olduğundan ileride tedbirin bozulması kuşkusu belirir. [3] Tedbir aynı zamanda doğru bir şekilde idare edebilmektir. Nitekim Kur’an- Kerim’de şöyle buyurulur: “Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini (aramaya) başladı. Sonra da onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yusuf’a böyle bir tedbir öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini tutamayacaktı. Ancak Allah’ın dilemesi hariç. Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” [4] [1] Enfal sûresi, 8/60. [2] Nisa sûresi, 4/71. [3] Tasvir-i Ahlâk, A. Rıfat. [4] Yusuf sûresi, 12/76.
FİKİR (TEFEKKÜR)
‘Fikir’, üçüncü bir bilginin doğması için ilk iki bilgiyi hatırlamak ve sonu önceye bağlamaktır. Örneğin, dünyaya eğilim duyup dünya hayatını yeğleyen kimse, ahiretin dünyadan daha çok tercihe uygun olduğunu bilmek isterse bunu iki yoldan biriyle öğrenebilir: Ya ahiretin, dünyadan üstün olduğunu başkasından işitip, içyüzünü araştırmadan, duyduğunu doğru kabul edip eylemiyle ahireti dünyaya tercih eder. Bu kimse ‘mukallit’ (taklid eden) olduğundan, bilgisi marifet değil, taklittir.
Ya da kalıcı olanın, tercihe uygun olduğunu düşünür. Ahiretin de kalıcı olduğunu anlar. Bu iki bilgiden kendisine üçüncü bilgi doğar ki o da ahiretin, dünyadan daha çok tercihe değer olduğudur. Zihinde iki bilgiyi hatırlamak, insanı: tefekkür, itibar, tezekkür, nazar, teemmül ve tedebbür isimleriyle adlandırılan üçüncü bir bilgiye götürmüştür. [266]
‘Tedebbür’ veya ‘tefekkür’e gelince: bu kelimeler, eş anlamlıdır. Fakat tezekkür, itibar ve nazar kelimeleri aynı şeyin değişik niteliklerini anlatırlar. ‘İtibar’, iki bilgiyi hatırlamaktan üçüncü bilginin doğmasına denir. Eğer zihin işlemi, sadece iki bilgiyi hatırlar, fakat bunlardan üçüncü bir bilgi elde edemezse bu işleme itibar değil, ‘tezekkür’ yani hatırlama denilir. Bunu yapan kimseye de ‘Mütezekkir’ denir. Nazar ve Tefekkür ise, üçüncü bir bilginin doğmasını istemektir. Üçüncü bir bilginin doğması isteğinde olmayan kimse nazır ve mütefekkir (gözlemci ve düşünür) değildir. Öyle ise her mütefekkir, mütezekkirdir, fakat her mütezekkir, ‘mütefekkir’ değildir. ‘Tizkar’, bilgilerin zihne yerleşip güçlenmesi için tekrarını; tefekkür ise bilgilerin çoğalmasını, yeni bilgilerin elde edilmesini sağlar. İşte tezekkür ile tefekkür arasındaki fark budur. [267]
Fikir, bilgiler, haller ve ameller (eylemler) doğurur. Fikir, bütün iyiliklerin başlangıcı ve anahtarı olduğundan amellerin en iyisi tefekkürdür. Bundan dolayı Yüce Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde insanı, evrendeki âyetleri (işaretleri) düşünmeğe, yaratıcının yaratıklarındaki kudret ve hikmetini anlamaya yöneltmektedir: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin üzerinde düşünürler: Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi âteş azâbından koru’ (derler).” [268] “Bakmıyorlar mı develere nasıl yaratıldı? Göğe nasıl yükseltildi? dağlara nasıl dikildi? Yere nasıl döşendi.” [269] Bu âyetlerde develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseldiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl döşendiğine dikkat çekiliyor.
Büyük tefsirci Alûsi şöyle diyor: ‘Allah (c.c.)’ın, bu âyetlerde anılan varlıklara dikkati çekmesinin hikmeti şudur: ‘Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabı olan Araplar, çoğu kez tek başına çöllerde yolculuk yaparlardı. İnsan yalnız kalınca, konuşacağı, eğleneceği kimse olmadığı için düşünceye dalar. Kendisiyle beraber bulunanlara bakınca devesine gözü ilişir, üstüne bakınca göğü görür, sağına soluna bakınca dağları görür, altına bakınca yeri görür. İşte ona, yalnız kaldığı zaman baktığı şeyleri düşünmesi, bunların yaratılışından ibret alması emredilmiştir. Arzın (yeryüzünün) yayılmış olması, gerçek küreye yakın bir şekilde olmasına engel değildir. Çünkü küre, büyüklüğünden dolayı düz görünür.’ [270] İbn Kesir, Tefsir’inde: ‘Yüce Allah (c.c.), bedeviyi, bindiği deveye, üstündeki göğe, yanındaki dağlara altındaki yere bakarak Allah (c.c.)’ın kudretini anlamaya yöneltmiştir.’ diyor. [271]
Ğaşiye sûresinin 17-20 ayetlerinin işaret ettiği üzere Allah (c.c.)’ın yaratış kanunlarını, devenin yaratılışını, gök cisimlerini uzayda tutan, dağları arzın kabuğundan fışkırtıp yükselen içi ateş dolu arzın üstünü taş ve toprak tabakasıyla düzleyip üzerinde ormanlar ağaçlar bitkiler ve hayvanlar yaratan Allah c.c.)’ın kudretini düşünen ve keşfeden insanlar O’na daha gönülden saygı ile bağlanırlar, aynı zamanda bu kanunlardan da yararlanıp daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşırlar. Çünkü Yüce Allah: “Göklerde ve yerde bulunanların hepsini size boyun eğdirdi, sizin emrinize verdi.” [272] buyurmuştur.
Göklerin ve yerin servetlerinden yararlanabilmek için tabiattaki kanunları (Sünnetullah) bilmek, dağlardaki madenleri işletebilecek, akıp giden suların önüne baraj setlerini vurup bir yandan suyun enerjisini elektrik enerjisine dönüştürerek köyleri kentleri aydınlığa kavuşturmayı, fabrikalar çalıştırmayı, bir yandan da arazileri sulatıp tarım ürünlerinin verimini arttırmayı; güneşin dünyamıza gönderdiği enerjiden yaralanmayı; rüzgar ve deniz dalgalarının yaydığı enerjiyi de insanlık yararına kullanılabilecek teknik bilgiye sahip olmayı gerektirir. Bilgili olan güçlü olur. Bilgi de ancak inceleme, okuma, anlama, gözetme, araştırma ve deney ile elde edilir. Onun için Kur’an-ı Kerim, burada olduğu gibi bir çok sûrede sık sık insanın gözünü tabiat olaylarına çevirmekte, onlara dikkatle bakmasını emretmektedir. Bunları dikkatle incelemekle insan, Allah (c.c.)’ın kudretini ve büyüklüğünü daha iyi anlar.
‘Deve, Arapların en kıymetli mallarındandır. Hele Şari’nin (Yasa koyucu) zikrinden sonra deveye göz atmanın da başkaca bir münasebet ve letafeti vardır. (çünkü deve diken yer). Sonra seyr-ü sefer etmek üzere deveye binen bir kimse, boyundan hayli yüksek bir noktaya çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde semâyı (gökleri), sağa sola baktığı zaman dağları, aşağı baktığı zaman yeryüzünü görür. Ve bu bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse insanın, bulunduğu aleme vukufu ve Yüce Yaratıcısının yaratma kudreti ve nimetlerinin genişliği, istikbalin ehemmiyeti ve yoluyla sa’y-ü gayretin kıymeti hakkında marifeti de öyle genişler ve derinleşir.’ [273]
Bu sayılanları ve benzeri yaratıkları düşünen, inceleyen insanlar, bunların kendi kendilerine var olamayacağın; ilim, hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını; evreni böyle ince bir düzenle yaratan O Yaratıcının da bunları boş yere değil, bir amaç için yarattığını; öyle ise her şeyin kısa bir ömürle bitmeyeceğini, bu dünyanın hayatından sonra da bir hayat bulunması gerektiğini; zira yaratma amacının ancak o ikinci hayatta gerçekleşeceğini, kâinatı böyle intizamla yaratıp yöneten Allah (c.c.)’ın, bu varlıkların benzerini ve dolayısıyla insanları yeniden yaratmaya kadir olduğunu anlar, âhiret hayatına ve sorumluluğuna inanarak Allah (c.c.)’ın gösterdiği iman ve güzel ahlâk yoluna girer. İşte bütün bu büyük eserlerin yaratıcısını ve bunların hikmetlerini düşünmek ‘tefekkür’ ve bunun sonunda elde edilen bilgiye de ‘fikir’denir.
İmam Gazali diyor ki: ‘Şimdi tasavvuf yoluna girmiş mürîdin elinde, iyi ve kötü amellerini, günah ve ibadetlerini kaydeden bir defteri olmalı ve her gün onlara bakmalıdır. Büyük günahlardan sadece on tanesine bakıp onları düşünmesi yeter. Eğer onlardan kurtulursa, diğer günahlardan da kurtulmuş olur. Bu helâk edici on günah şunlardır: Cimrilik, kibir, ucb (kendini beğenme), riyâ, hased, fazla kızma, oburluk, cinsel oburluk, mal ve dünya sevgisi. İnsanı kurtaran on amel de şunlardır: Günâhlara pişmanlık, belâlara sabır, kazâya rıza, nimetlere şükür, havf ve recâ’nın dengeli olması, zühd (dünyaya değer vermemek), amellerde ihlâs, halk ile geçinmek, Allah (c.c.)’ı sevmek ve O’na saygı.’ [274] Allah (c.c.)’ın ululuk ve celâlini tefekküre gelince: Bunun da iki makamı vardır: Birinci makam: Allah (c.c.)’ın zâtını, sıfatlarını, isimlerinin anlamını düşünmektir ki bu yasaktır. Zira: “Allah’ın nimetlerini düşünün, Allah’ın zatı üzerinde düşünmeyin” [275] buyurulmuştur. Çünkü akıl bu konuda bir sonuca varamaz, şaşırır; bu noktaya ancak ‘sıddîk’ler şöyle bir göz atabilirler ama onlar da sürekli bakamazlar. Yarasa nasıl uzun süre güneş ışığına bakamazsa, yaratıklar da Allah (c.c.)’ın celâline uzun süre bakamazlar. O halde en doğrusu, Allah (c.c.)’ın zâtı üzerinde hiç düşünmemektir. Böyle bir amel müminlerden istenmemekte ve hatta yasaklanmaktadır. Çünkü bunun yararı yoktur. Buna çoğu akıl dayanamaz.
Ancak bu konuda aklın fazla düşünebileceği şey şudur: Allah (c.c.)’ın zâtı, mekândan, yönden münezzehtir. O, kâinatın ne içinde ne dışındadır. Ne âleme bitişik, ne de ondan ayrıdır. Bu kadarı bile bazılarını hayrete düşürmüş, bu sözleri işitmeğe ve bilmeğe dayanamamışlardır. Hattâ kimileri bundan azını bile çekememişlerdir. Onlara: ‘Allah (c.c.) baştan, ayaktan, elden, gözden, herhangi bir uzuvdan, boyutlu bir cisim olmaktan münezzehtir (uzaktır).’ denilince bunu kabul etmemişler ve bunun, Allah (c.c.)’ın zâtını küçültmek anlamına geldiğini sanmışlardır. Çünkü bu zavallılar, ululuk ve azametin, bu uzuvlarla olacağını sanmıştır. Bu insan, yalnız kendi nefsini bilir veya kendi nefsini büyütür. Kendi sıfatları gibi sıfatlar taşımayanın büyüklüğünü anlamaz. Evet, o kendisi gibi tahtın üzerinde oturan, önünde buyruğuna hazır hizmetçiler bulunan insan kral düşünür. Allah (c.c.) da ancak böyle olursa O’nun büyüklüğünü anlar. Eğer sineğin aklı olup da ona: ‘Seni yaratanın eli ayağı yoktur, uçmaz’ denseydi sinek de böyle bir Tanrı’nın varlığını kabul etmezdi: ‘Beni yaratan nasıl benden eksik olabilir? Kanadı kesik, uçamayan bir kötürüm Tanrı olabilir mi? Beni âletim varken beni yaratan Tanrının, benim gibi eli ve ayağı olmaz mı?’ derdi. [276]
Bütün yaratıklar, Allah (c.c.)’ın kudretinin eseri, zâtının nurlarından bir parıltıdır. Yokluk, en koyu karanlıktır. Varlık da en açık zuhûr (görünme) dir. Bütün varlık âlemi, Yüce Zât’ın nurlarından birer ışıktır. Zira eşya ancak Allah (c.c.)’ın varlığıyla vardır. Güneşin ışıkları nasıl güneş ile var ise, eşyâ da öyle, Allah (c.c.) ile vardır. Güneşe iyi bakabilmek için bir su testisi koyup, testiye yansıyan güneş yuvarlağına bakmak âdet olmuştur. Su, güneş ışığının, biraz soldurduğu için güneşin su içindeki görüntüsüne bakılabilir. İşte su nasıl, gözün, doğrudan bakmağa dayanamadığı güneşin, ışığını emip gölgeleyerek onun görüntüsünü gösteriyorsa; eşyâ ve fiiller de fâilin sıfatlarını görmemizi sağlıyor. Biz fiiller aracılığı ile Zâti nurlarından uzaklaştırdığımız için artık doğrudan o nurları göremeyiz. (onların görüntüsünü) görürüz. İşte Peygamber (s.a.v.)in : “Allah’ın yaratıkları üzerinde düşünün, Allah’ın zâtı üzerinde düşünmeyin.” sözünün anlamı budur. [277] Tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru değişmesi, kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah (c.c.)’ı, O’nun âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasın, hesabı ve Cehennemi çok düşünenler, elbette kendilerine çeki düzen verenlerdir.
Tefekkür, akıl nimetiyle olacağından, kendisinde akıl olan her insan bu dünyada gördüklerinden düşünerek ibret aldığı gibi, hayatı boyunca yapacağı dünyevi işlerinde de ilerisini, gerisini düşünerek, tefekkür ederek hareket etmesi gerekir. Çünkü düşünerek ve araştırarak hareket eden kimseler, işlerinde başarılı olurlar, hatadan ve pişmanlıktan uzak kalırlar. Aksine hareket edenler ise hedeflerine ulaşamayıp sürekli pişman olurlar. Onun için tefekkür, insanın maddi ve manevi bir çok keşiflere, yükselişlere ermesine ve böylece saadet ve selametle yaşamsına sebeptir. Tefekküre dalma aynı zamanda bir ibadettir. Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Allah (c.c.) müminleri tefekküre çağııdığı için O’nun bu çağrısına ve emrine uymak elbette ibadettir ve sevabı vardır. Mevlâna Celaleddin-i Rûmî diyor ki: ‘Ey kardeş, sen fikirden ibaretsin, yani senin insanlığın ancak tefekkür iledir. Üst tarafın kemik ve sinirdir ki, onlar hayvanlarda da vardır. Eğer düşündüğün gül ise, sen bir gül bahçesisin. Yok, diken düşünüyorsan, sen külhan kütüğüsün. Bu kadar söyledik, artık sen tefekkür et. Fikrin donmuş ise, git de zükrullah’ta bulun.’ [278] .
[266] Bu terimler için ilgili Maddeye bakınız. [267] İhya, Gazali. [268] Âl-i İmrân sûresi, 2/190-191. [269] Ğâşiye sûresi, 88/17-20. [270] Rûhu’l-Meâni, Alûsi. [271] İbnü Kesir Tefsiri. [272] Câsiye sûresi, 45/13. [273] Hak Dini Kur’an Dili, E. Hamdi Yazır. [274] İhya, Gazali. [275] Feydu’l-Kadir. [276] İhya, Gazali. [277] İhya Gazali. [278] Mesnevi, Mevlana.NOT: Bölüm içeriğinin hazırlanmasında islamahlaki.com sitesinden kapsamlı alıntılar yapılmıştır.