Anasayfa / DİNİMİZ İSLAM / İSLAM AHLAKI / GÜZEL AHLAK ESASLARI – 5
imanilmihali.com
güzel ahlak

GÜZEL AHLAK ESASLARI – 5

GÜZEL AHLAK ESASLARI

GÜZEL AHLAK ESASLARI – 5

(FEDAKÂRLIK, FETANET, GIPTA ETMEK, HAKK’I TAVSİYE, HAMD, HAMİYYET, HAYÂ)

FEDAKARLIK
‘Fedakârlık’, insanın hukuken yapmak zorunda olmadığı, ancak yaptığı takdirde diğer insanlara ve topluma yararlı olacağı güzel davranışlara denir. Müminler, fedakâr (özveri sahibi) insanlardır. Meşru olan her şeyi diğer kardeşleriyle paylaşmasını bilir, dostuna gelebilecek bir zarar için kendisini öne atabilir, gerekirse o zararın karşısındakine değil de şahsına gelmesini isterler. Nefisleri için arzu edip istedikleri güzellikleri, kardeşleri için de isterler.

Müslüman, kardeşleriyle dayanışma içinde olmalıdır. Bir görev olduğunda hemen atılmalı, o göreve talip olmalı, yapabileceği bir görev ise, asla başkalarına verilmesini beklememelidir. Zor işleri atlatarak kolay ve basit olanını seçmemeli, olgun bir tavır geliştirmelidir. Her hangi bir konuda bir görev ve sorumluluk verildiğinde daha nitelikli bir arkadaşı var ise onu tercih etmeli, bu benim dostumdur, verilen sorumluluğu yüklenip taşıyabilecek güçtedir ve benden çok daha layıktır, diyebilmelidir. Evet mümin bu olgunluğu gösterecek kadar fedakârlık ruhunu taşımalıdır.

Birçok insan vardır ki, karşılıksız iyilikte bulunmayı sevmez, buna hiç dayanamaz. Hatta fedakâr, iyiliksever insanların bu tavrını anlamadığı gibi böyle davrananları ‘saf’lıkla da aşağılar. İşte bunlar, gerçek insanlık ve eşdeğeri olan İslâmlıktan haberi olmayanlardır.

Kur’an-ı Kerim’in “…Onların kalplerinde hastalık vardır…” dediği hastalığın bir türüne yakalanmışlar demektir. Ancak bu, tıbbî müdahele ile tedavi olunamayacak bir hastalıktır. Bu özellikteki insanlardan oluşan bir toplum artık ölü demektir. Bu insanların insanlığa hizmeti olabilir mi? Hatta kendileri için bile doğruyu tespit etmede başarılı olamazlar. Çünkü bunların ilişkileri, kısa süreli geçici yararlara dayalıdır. Küçük bir çıkar için koca yığınları kurban ederler.

Müminlerin fedakârlıklarının bir başka örneği Kur’an’da şöyle anlatılıyor:

“Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Yedirdikleri kimselere şöyle derler:) “Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız.” (İnsan 76/8-10) derler.

İslâm tarihi, savaş veya barış zamanlarında müslümanların diğer müslüman kardeşlerine yaptıkları olağanüstü fedakârlık örnekleriyle doludur. Bu yüceliğe erenlere, fedakâr yiğitlere, hülâsa İslâmlığa insanlığın, ne kadar muhtaç olduğunu görerek hem kendimize ve hem de bütün bir insanlığa hizmet için bu yüce fedakârlık ruhunu oluşturmaya çalışmalıyız. Allah (c.c.)’a ve ahiret gününe inanmayan kimi insanlar, dünya hayatını bir mücadele yeri olarak algılarlar.

Bu insanların görüşüne göre, her insan hayatta kalabilmek için savaş vermeli ve bu savaşta güçlü olanlar güçsüz olanları ezerek hayatlarına devam etmelidirler. Tümüyle sapık bir inancın ürünü olan bu görüş, insanların güzel ahlâktan tamamen uzaklaşmalarına ve yalnızca kendi çıkarlarını korumaya dayalı kötü bir ahlâk anlayışı geliştirmelerine neden olur. Bu bakış açısının etkili olduğu bir toplumda, zor duruma düşmeyi göze alarak güçsüze yardım etmek, bir başkası için fedakârlıkta bulunmak veya bir başkasının sağlığını, mutluluğunu, rahatını kendinden önde tutmak gibi güzel ahlâk özellikleri, gereksiz meziyetler olarak görülür.

Dolayısıyla, herhangi bir karşılık elde etmediği sürece hiç kimse birbiri için fedakârlıkta bulunmaz. İslâm ahlâkının yaşanmadığı toplumlarda, insanlar arasında bu bakış açısına sıklıkla rastlanabilir. Böyle bir anlayışa sahip olan insanların ise, birbirlerine gerçek anlamda bir sevgi duymaları mümkün olmaz. Çünkü insan, kendi rahatını herkesten daha önde tutan bencil bir kişiye karşı kalbinde gerçek ve samimi bir sevgi duyamaz.

Karşısındaki insanda tek bir konuda bile bencilliğe rastlaması, ruhunda ona karşı duyduğu sevgiyi olumsuz yönde etkiler.Örneğin bir insanın yalnızca kendi rahatını düşünmesi, güzel bir yemeği, rahat bir ortamı kendisi için saklayıp, çevresindeki kişileri düşünmemesi bile o kişiye karşı duyulan sevgi ve saygıyı zedeler. Cahiliye ahlâkını yaşayan kimi insanlar, en yakın dostlarına bile, fedakârlıkta bulunmalarını gerektirecek herhangi bir iş teklif edemezler. Söz gelişi, çocuğu hastalanan birisi, iş arkadaşlarından kendisinin yerine işlerini yapmalarını isteyemez.

Anne ve babaya yardım etmek bile kimi zaman çocuklar arasında sorun olabilir; hatta bu yüzden kırgınlıklar bile yaşanır. Oysa sorulduğunda herkes anne ve babasını çok sevdiğini söyler. Ama, fedakârlık gerekince, eğer ciddi bir çıkarları yoksa, kimi insanlar bundan bile kaçınırlar. Oysa gerçekten seven insan sevdiği için her türlü fedakârlığı yapar ve bundan dolayı hiçbir zaman yakınmaz, bıkkınlık duymaz.

FETANET

‘Fetanet’, aklın; işlerin inceliklerine, ilim ve teknolojinin kaynaklarına inebilmesi ve erişebilmesidir. Çabuk anlayış ve intikal de bunun sonucudur. Fetanet’in karşıtı ‘belahet’ yani aptallıktır.

Fetanet, esas itibariyle Allah (c.c.)’ın bütün peygamberlere vermiş olduğu üstün sıfatlardan biridir. Bu zaten peygamberlik görevinin gerektirdiği bir özelliktir. Çünkü onlar içinde bulundukları toplumun düşünce ve akıl seviyelerine göre onları ikna etmek, yanlış inanışlarını düzeltmek, tartışmaya girenleri tutarlı ve mantıklı cevaplarla susturmak, peygamberler gibi fetanet sahibi, akıllı, zeki insanların yapabileceği iştir.

Peygamberlerin akıllarında en küçük bir kusura neden olacak bir rahatsızlıkları olsaydı, bu kadar ağır ve zor bir görevi başaramazlardı. Onun için peygamberlerde akıl zafiyeti asla görülmemiştir. Bazı topluluklar kendi peygamberlerini delilik veya sihirbazlıkla suçlamışlardır. Fakat peygamber hakkındaki bu düşüncelerinin de onların azgınlığının bir sonucu olduğu yine Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in daha peygamberliğinden önce, Ka’be’nin inşası sırasında Hacerü’l-Esved taşının yerine konulurken Kureyş kabileleri arasında ihtilaf çıkmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in orada hakem tayin edilmesi sırasında gösterdiği maharet büyük savaşların çıkmasını önlemiştir. Peygamberimiz, (s.a.v.) kendi abasının üzerine Hacerü’l-Esvedi koymuş ve dört kabile reisinin, abasının dört ucundan tutmalarını söylemiştir. Böylece kaldırılan taş, konulacağı yere kadar ortak olarak kaldırıldıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v.) kendi elleriyle de taşı yerine koymuş ve herkes buna sevinmiştir. İşte fetanet budur.

Peygamberler (a.s.)’den ayrı olarak Allah Tealâ insanlara da değişik derecelerde bu özellikten ihsan etmektedir. Önemli olan bu özelliğin genel anlamda, Allah (c.c.)’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma konusunda kullanılmasıdır. Bazı insanlar Allah (c.c.) tarafından kendilerine verilen fetanet’in şükrünü yerine getirip, güzel işler yapacakları yerde zekâ ve anlayış güçlerini kötüye kullanırlar. Böyle kötü ahlâk sahiplerinin zekâ ve intikal yetenekleri kendilerini cezadan kurtaramaz.

GIPTA

‘Gıpta’, başkasının elinde bulunan nimet ve kıymetlerin ondan gitmesini istemeden, o nimet ve kıymetlerin kendisinde de olmasını istemektir. Gıpta, insanları rekabete, yarışmaya sevk edip toplumun ilerlemesini, kalkınmasını çabuklaştıran bir huy olup caiz ve yararlıdır.

Kur’an’da Mutaffifin sûresinde inananların, yüksek makamlara erecekleri, göz kamaştırıcı nimetler içinde olacakları belirtildikten sonra 26. âyette şöyle buyuruluyor: “İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar.” Bu âyetten, güzel şeyleri elde etmek için yarışmanın güzel bir huy olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü yarışma kelimesinin Arapça karşılığı olan “Münafese” nefaset kökünden gelir, bu da güzel nimeti elde etmek için yarışmak demektir.

Mü’min gıpta eder, münafık haset (hased) eder. Mü’min Allah’ın verdiği malı Hak yolda harcayan kişi ile Allah’ın verdiği ilmi uygulayan ve başkalarına öğreten kişiyi gıpta eder. Münafık ise güzel huyların hepsine hased eder çünü bu huylar kendisinde yoktur ve olmasıda kalbi mühürlendiği için mümkün değildir. O yüzden asla sahip olamayacağı bu güzellikleri kıskanır. Hadis-i şerifler, gıpta etmenin caiz ve güzel olduğunu bildirmektedir.

Gıpta, başkasının elindeki nimetin yok olmasını isteme sınırına varmadıkça güzeldir. Ancak bu noktaya varırsa gıpta olmaktan çıkar ve o zaman hased sınırına girer ki bu kötü huylardandır. Eğer gıpta edilen nimet, namaz, zekât ve hac gibi dini bir görev ise, o hususta yarışma vaciptir. Başkasının yaptığı ibadetleri, kendisinin de yapabilmesini istemek ve buna çalışmak gerekir. Çünkü bunu istememek Allah (c.c.)’ın emirlerinin yapılmamasını istememek anlamına gelir ki, bu da haramdır.

Şayet nimet, iyi yollara mal harcama, sadaka verme gibi fazla sevap ve fazilet sağlayan türden ise o konuda münafese menduptur. Eğer nimet mübah olan yararlı bir şey ise bu konuda münafese mübahtır. Bu yarışmanın amacı, nimet sahibi ile eşit duruma gelmek, ona yetişmektir. Bunda kötü bir durum söz konusu değildir. İyiliğe, fazilete ve güzelliklere yetişmek elbette kötü olamaz.

Gıpta etme (imrenme)nin iki temel nedeni vardır. Birisi nimet sahibinin rahatlığı, diğeri de gıpta edenin, o nimetten yoksun olup kendisini ötekinden geri görmesidir. Gıpta eden kimse, birinciyi değil, fakat ikinci durumu yani kendisinin geri kalmasını istemez, ötekine yetişmek ister. Kendisinin de ilerleyip ötekine yetişmesini, mübah nimetlerde eksiklerinin tamamlanmasını istemekte bir sakınca yoktur. Ancak bu mübah nimetlerde kendisinin, ötekinden geride olduğunu düşünerek, ötekinin nimetine imrenmek din bakımından caiz olmakla birlikte, fazilet bakımından bir eksikliktir ve bu zühde, tevekküle ve rızaya aykırıdır. Aynı zamanda kişinin manevi yüksek makamlara ermesine de bir perdedir. Fakat isyan veya isyanı gerektiren bir durum da değildir.

Resûlullah (s.a.v.), Allah (c.c.)’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan, Allah (c.c.)’ın verdiği ilimle amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmayacağını, aksine bunun gıpta ile karşılanması gerektiğini vurgulamıştır. Ancak Müslüman düşmanlarının elinde bulunan, gelişmiş teknoloji ve her türlü alet, cihaz, makine ve araçlar kitlelere ve Müslümanlara zarar veriyorsa veya zarar verme ihtimali varsa, bunlara gıpta edilmez ve bunlara ‘müminin kaybolmuş malı, yitiği’ şeklinde bakılarak aynı şeylerin Müslümanların elinde de bulunması için çalışma yapmak gerekir. Düşman elindeki bu araçların yok olmasını istemek de kötü bir huy değildir.

HAKK’I TAVSİYE

‘Hakk’ kelimesinin aslı, uygunluk, karşılık ve denk gelmektir. İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlardan biri de ‘hakk’ kelimesidir. Bu kelime mastar, isim ve sıfat olarak değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Masdar olarak anlamı, sabit olan ve var oluşun gerçek olması demektir. Bu da zihinde tasarlanan şey ve bilgi ile bilinenlerin birbirine uygun olması şeklinde anlaşılır. Buradan hareketle bazen düşüncenin doğruluğuna hakk, bazen de görülenin, bilinenin kararlı ve sabit oluşuna hakk denilir. Eğer zihinde tasarlanan gözleme uygun ise buna isabet ve doğruluk; söz, fikir, karar ve iradenin amaca uygunluğu yönünden ise buna da adalet ve hikmet denir. Böylece hakk o işin sıfatı olur.

Gerçekleşen olaylar hakkında ‘tahakkuk etti’ denir ki bu, olayın hakk olarak, yerinde, bir gerçek olarak meydana geldiğini anlatır. Hakk, sözlükte, batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey manasındadır. ‘Hakk’ kelimesinin Arapça’daki çoğulu ‘hukuk’, ‘hikak’ ya da ‘hakaik’tir. Aynı kökten gelen ‘ihkak’, gerçekleştirmek, ‘İhkak-ı hakk’, hakkı olanı gerçekleştirmek, ‘İstihkak’, hak sahibi olmak, ‘Ehakk’, daha hak, daha doğru, ‘Hakîk’, daha layık, ‘el-Hâkka’ ise Kur’an’ın 69. Sûresinin adı olup, gerçekleşen olay, yani kıyamet anlamına gelmektedir.

‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın (c.c.) bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, varlığı ile ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek, var olan Mevcud manalarına gelir.

Hak Kavramının Anlam Sahası

Allah (c.c.) enfüste (subje) ve afakta (obje) ne yaratmışsa bunları birbirine uyumlu ve yerli yerinde yaratmıştır. Hepsinin hakimi O’ dur. Onun dışındaki her şey onun yaratmasıyla (tahakkuk) eder. Allah (c.c.) her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın alemde Allah’a (c.c.) bağlı olarak bir hakikatı (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerine karşı hukukları vardır. Allah (c.c.) her şeyi (HAKK) ile yarattığını haber veriyor. Allah (c.c.) ‘bizatihi vücud’tur. Yani o varlığı kendi mevcut oluşunun gereğidir. Hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise (hakk) oluşlarını Mutlak varlık ve Gerçek ‘el-Hakk’ olan Cenab-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a (c.c.) bağlı olarak ‘liğayrihi’ Vücut’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır.

Hakk, aslında değişmeyen ve aklın inkar edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, amaca uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve her yerde değişmeyen (mevcut olan) Allah (c.c.) gerçek hakk’tır. O, yarattıklarını hakk üzere yarattığı için onlar da Allah’a (c.c.) göre hakk’tırlar. Hakk’tan gelen O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zatı gibi hakk’tır. Ondan gelen vahiy de hakk’tır. Onun gönderdiği din de hakk’tır.

Hakk’ın tam karşıtı ‘batıl’dır. Batıl hakka göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, batıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolup gider, su kalır. Hakk her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hakk gelince zaten batıl yok olup gider. Batıl hakkın karşısında tutunamaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. Batıl, hakkın yerine geçmeye çalışırsa, ya da hakka engel olmaya çalışırsa, Hakk olan Allah (c.c.), hakkı batılın tepesine indirir ve onu darmadağın eder.

Allah (c.c.) kendi kelimeleriyle batılı ortadan kaldırıp yok eder ve hakk’ı pekiştirir. O, suçlular ve müşrikler istemese de Hakk’ı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak ister. Kur’an-ı Kerim’de (247) yerde geçen hakk kelimesi, aynı anlamlarıyla Hadislerde de geniş olarak yer almıştır. Hz Peygamber (s.a.v.)’in uzun bir duasında geçen, “Allah’ım Sen haksın, senin vadin haktır, sana kavuşmak hakk’tır, senin sözün hakk’tır, cennet hakk’tır, cehennem hakk’tır, peygamberler hakk’tır, Muhammed hakk’tır, kıyamet hakk’tır.” cümlelerinde temel inanç esasları Hakk olarak ifade buyurulmuştur. İslâm hukukunda hakk’lar ve yükümlülükler bizzat insanlara Hâkim olan Allah (c.c.) tarafından belirlenmiştir.

İlâhi irade tarafından belirlenen bütün hakk’lar sabittir yani değişmez özelliktedir. Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk ve kadın hakları’ deyimleri 19. Yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ise ancak 1947 yılında ilân edildi. Halbuki bütün bu hakk’lar, daha geniş ve kesin bir şekilde, İslâm’ın gelişi ile yedinci yüzyılda bütün dünyaya ilân edilmiş ve uygulamaya konulmuştu.

Hakkı Tavsiye Nedir?

Mümin kişi, kendi varlığının bilincine ermiş ve görevlerinin farkına varmış kimsedir. İman ve amel-i Salih (iyi amel), insanın hakk yolda yürümesini sağlar. Büyük emaneti yüklenmiş insanlar, kendilerini kutardıktan başka birbirlerine yardımcı olur ve iyilikleri birbirine tavsiye ederler. Birbirlerini seven, sayan, kenetlenmiş ve birbirini destekleyen, yeryüzünde hak ve adalet üzere yaşayan İslâm toplumunun en önemli özelliklerinden biri de işte budur. İslâm, kuvvetli, iyilik sever, şuurlu, iyilik ve hakk bekçiliğinde kararlı, dostluğu ve sabrı birbirine tavsiye eden şefkatli, birbirine destek olan bir toplum ister ki, Kur’an bunu ‘Hakkı Tavsiye’ şeklinde ifade etmektedir.

“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).” (Asr 103/1-3) Ayetteki ‘Hakkı tavsiye’ ve ‘sabrı tavsiye’ deyimleri, karşılıklı olarak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmek anlamını ifade için ‘tefaül’ babında kullanılmıştır.

Toplumsal mutluluğun dört temel taşı olan iman, güzel amel, hakkı ve sabrı tavsiye bu sûrede bir arada kurtuluş reçetesi olarak sunulmuştur. İşte Asr sûresinin bu âyetleri müminlerin birbirine hakkı tavsiye etmesinin bir zorunluluk olduğunu gösteriyor. Çünkü hakka sarılmak zordur. Hakkın önünde pek çok engeller vardır. Nefsin arzuları, menfaatler, toplumun düşünceleri, azgınların zulmü, karanlık düşünceler ve zalimlerin adaletsizlikleri vs. bunlar arasındadır. Toplumda güzel şeyleri birbirine tavsiye etmek, birbirine hatırlatıp teşvik etmek amaç ve hedef birliğini sağlar. Oradaki bireyleri aynı yöne yönlendirir. Bu da onların birlikte çalışıp güçlenmelerini sağlar.

Hakkı bekleyen herkese kendisinden başka da onun bekçilerinin bulunduğunu hissettirerek onlara tavsiye etmeyi ve onları teşvik etmeyi sağlar. Onlarla birlikte olmak kendisini utandırmaz aksine sevindirir. Hakkın kendisi olan bu din ise, bu örnekte olduğu gibi birbirine bağlı, birbirini destekleyen, birbiriyle yardımlaşan ve birbirine tavsiyelerde bulunan bir topluluğun bekçiliği altında ancak gerçekleşebilir. Ashab-ı Kiram’dan iki kişi karşılaştığında, biri diğerine Asr sûresini okuyup birbirleriyle selamlaşır ondan sonra ayrılırlardı. Çünkü onlar bu ilâhi prensibi biliyorlardı. Çünkü onlar, iman ve doğruluk üzerinde birleşmişlerdi.

Hakkı tavsiyenin ve sabrı tavsiyenin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü onların her ikisi de İslâm nizamını korumaya söz vermişler bu esaslara dayalı İslâm toplumunun birer bireyi olduklarını çok iyi kavramışlardı. İmam Şafi Asr sûresi için şöyle demiştir. ‘Kitap olarak sadece Asr sûresi inmiş olsaydı yeterdi.’

Ya Rabbi, bizi Hakkı Hakk olarak bilen ve ona uyan; batılı da batıl olarak bilen ve ondan uzaklaşan ve böylece Sen’in yolundan ayrılmayan kullarından eyle!

Bizi asla Hakk’tan ayırma ve batıla saptırma!

Sen Hakk’sın, gönderdiğin Peygamberlerin Hakk’tır, Meleklerin Hakk’tır, Kitapların Hakk’tır, Gönderdiğin Dinin hakk’tır, Kıyamet günü Hakk’tır, Kader Hakk’tır, Ölümden sonra dirilme Hakk’tır, Mizan Hakk’tır, Cennet Hakk’tır, Cehennem Hakk’tır.

Bizi Hakk’ı tavsiye eden ve sabrı tavsiye eden kullarından eyle! Amin.

HAMD

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur!

‘Hamd’, sözlükte övme, iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme, medih ve sena anlamındadır.

‘Hamd’; terim olarak bir nimetin, iyiliğin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka deyişle ‘hamd’, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Bunda hem nimet sahibini övmek, hem şükretmek ve hem de onu yüceltme anlamı vardır.

‘Hamd’, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak gibi anlamları da kapsayan bir sözdür. Hamd kavramını Türkçe’de tam olarak karşılayacak bir kelime yoktur. Çünkü o yalnızca bir övme değil, medhetme ile şükür arasında bir çeşit övme, özel bir medhetmedir.

Canlı veya cansız varlıklar da medhedilebilir. Örneğin, değerli bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiçbir zaman onlara hamd edilmez. Hamd, canlılara ve cansızlara istediği şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı yapılır. O da Allah (c.c.)’dır.

Hamd; en geniş anlamıyla şükürdür. Hamd, yalnızca dille yapılır. Halbuki şükür hem dille hem de hareketle yerine getirilir. Şükür, bir nimetin karşılığı olarak yapılır. Hamd ise, nimet sahibinin var olduğunu bilmemiz durumunda, o nimet veya güzellik bize ulaşmasa da yapılır. Bu bakımdan, hamd her durumda yerine getirilir. Şükür, insana ulaşan bir iyilikten sonra, sözle, fiille ve kalpten nimeti verene karşılık vermektir. Yalnız fiille veya kalpte yapılan şükür ne medhetmedir, ne de hamd’dir. Fakat dil olarak yapılırsa bu, hem hamd, hem medhetme olur. Böyle bir hamd Allah (c.c.)’a karşı duyulan minnettarlığın başı olur.

Her medhetme (medih- övgü) hamd sayılmaz. Çünkü medhetme, boş bir yalan, soyut bir dalkavukluk da olabilir. Ancak hamd ve şükür devamlı doğruyu ifade ederler. Hamd, yaşanan bir sevinç ya da minnettarlık duyulan bir nimet içerisinde bulunarak rahat etmenin zevki ile yapılır. Hamd, geçmişte verilen ve gelecekte verilecek ola nimetler hakkındaki sevinç durumundan, şükür ise, verilmiş olan bu nimetlere kavuşma durumundan dolayı yapılan bir mutluluk îlânıdır. Bundan dolayı (hamd ve şükür) (meşru) ve ahlâka uygun oldukları halde, medih (Medhetme) her zaman ahlâki olmayabilir. Hamd ve şükürde esas amaç nimeti verendir. Her ikisi de haktır ve müslümanın gönlünü kavuştuğu nimetten dolayı sevinçle doldururlar. Hamd’de sevinç ve arzu anlamı; şükürde ise içten bağlılık ve dostluk anlamı daha fazladır.

Hamd etmede ayrıca saygı ve değer verme manası da saklıdır. Hamd, Yüce Rabbimiz dışında hiçbir kişi veya kuvvete yapılmayacak bir şükür türüdür. Halbuki insanlara, yaptıkları iyilikten dolayı teşekkür ederiz. Hamd, nimetleri iyilikleri ve bağışları sınırsız ve sonsuz olan bir kuvvete yapılır. O da Allah (c.c.)’tan başkası asla olamaz. Hamd, bir iyiliğin karşılığı olmaktan çok, Yaratıcının sonsuz güç, ve kuvvetine, verdiği nimetlerin çokluğuna onun Rabliğine duyulan hayranlığın övme yoluyla dile getirilmesidir.

Allah (c.c.)’ın varlığının sayısız yansımalarını düşünerek O’nu hakkıyla övmek, O’nun yüce sıfatlarını ve kudretini dile getirmektedir. Dikkat çekici bir husustur ki, Kur’an-ı Kerim’in birinci sûresi olan Fatiha’nın ilk âyeti, hamd’in kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktır. “Elhamdü lillahi Rabbi’l-Alemin.” “Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a mhsustur.” Buna göre hamd’in sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek başkalarına hamd asla etmezler. Hamd Allah Tealâ’ya aittir. Bu ifade, Kur’an’da yirmi üç yerde geçmektedir.

Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilahi rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltmesidir. Bütün varlıklar Allah (c.c.)’a hamd içerisindedir. Ancak en olgun hamd inanan bir insan tarafından yerine getirilir. Çünkü mümin bir insan, Peygamberinden öğrendiği gibi Allah (c.c.)’ı hakkıyla takdir eder, O’na nasıl hamd edileceğini bilir.

Hamid ismi, hamd mastarından türemiş bir sıfattır. Namazlarda selam vermeden önce okunan ‘Salli ve Barik’ dualarının sonlarında da ‘Hamidün mecid’ şeklinde geçmektedir. Allah (c.c.)’ı ve O’nun Rab olduğunu iyi bilen samimi bir müslüman, hamdi yalnızca Allah (c.c.)’a yapar. O her zaman (elhamdulillah) diyerek Yaratıcıyı hakkıyla över ve yüceltir. “Bunların oradaki duaları, “Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım!”, aralarındaki esenlik dilekleri, “selâm”; dualarının sonu ise, “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” sözleridir.” (Yunus 10/10)

Kur’an-ı Kerim’de hamd kırk üç yerde, hepsi de Allah (c.c.)’a nisbet edilmiş olarak geçmektedir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.)’a vaadedilen ‘Makam-ı Mahmud’ deyiminde yer alan ‘Mahmud’ kelimesi, ‘Allah tarafından övülen’ anlamına gelir. Bundan başka ‘Ahmed’ kelimesi ‘en çok hamd eden’ anlamında, ‘Muhammed’ kelimesi ise yine ‘Övülmeye layık birçok güzel hasletlere sahip’ demektir. Bunların üçü de Peygamberimiz (s.a.v.)’in isimleridir. Bunun için Müslümanlar çocuklarına isim verirken en çok bu isimleri tercih ederler.

Bir ayette yer alan ve ‘hamd edenler’ anlamına gelen ‘hamidun’ kelimesi ile on yedi ayette geçen ve esma-i hünsadan olan ‘Hamid’ ismi de yine hamd kelimesinin türevlerindendir. Müslim, zikir, 10,22’deki bir hadiste, Allah (c.c.)’ın söylenmesinden en çok hoşnut olduğu sözler arasında ‘Elhamdü lillah’ ibaresinin bulunduğu haber verilmiş; İbnu Mace, Edeb, 55’de yer alan bir başka hadiste de, ‘elhamdü lillah zikirlerin efdalidir’ buyurulmuştur.

Hamd, geniş kapsamlı bir niteleme ve zikir olduğu gibi; Müslim, zekât 53’te yer alan bir hadiste işaret edildiği üzere aynı zamanda bir sadaka, yani bir dostluk ve bağlılık ifadesidir. Bu sebeple de her fırsatta tekrarlamak gerekir. Sevinçli zamanlarda olduğu kadar sıkıntılı durumlarda da tekrarlanmalıdır. Çünkü nimet ve belanın her ikisi de insan için birer sınavdır. Her iki hal de aynı sadıkane yaklaşımla karşılanmak gerekir. Bela ile karşılaşılınca hamd etmeyerek isyan eden insan nankör ve gafildir. (Şamil İslam ansiklopedisi)

HAMİYYET

‘Hamiyyet’ sözlükte, ateş ve güneş gibi sıcak şeylerden ve vücuttaki ısı gücünden çıkan sıcaklık, kızgınlık anlamındadır. Herhangi bir olay karşısında kişinin içinde uyanan kızgınlık ve öfkeye ‘Hamiyyet’ denir.

‘Hamiyyet’, bir ahlâk terimi olarak, namus, vatan, din gibi yüksek değerleri koruma; bunlara saldırılması halinde öfkelenme ve savunma için harekete geçme; kişinin utanç verici bir işi yapmaktan kaçınması ve aralarında kan bağı bulunanlarda mevcut birbirini koruma duygusu, hukuka titizlik, insan onuruna ve hayra düşkünlük demektir.

Kur’an-ı Kerim’de buyurulur: “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu (hamiyyeti), cahiliye taassubunu (hamiyyeti) yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil idiler.

Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Fetih, 48/26) Bu ayette, cahiliyye döneminde eğitilmemiş, imanla yatışmamış kaba insanların birden öfkeye kapılıp kızmaları, kaba davranışları açıklanmıştır. Cahiliyye kibir ve gururu ile hareket eden müşrikler, müslümanların Mescid-i Haram’a girmelerine engel olmuşlardı. Hudeybiye’de, onların bu kaba davranışı karşısında, onlara karşılık vermemek, müminlere ağır gelmişti. Fakat Allah (c.c.) elçisinin ve müminlerin üzerine ‘sekine’ indirerek onları takva sözüne bağladı, gönüllerine sabır verdi, ihtiyatlı olmaya yöneltti. Olanları serinkanlılıkla karşıladılar, günahsız insanların kanına girmekten korundular. Zaten onlar, aşırı hareketlerden korunmaya layık, tevhide bağlı ve ehil insanlardır. Ayette kötülenen, ‘cahiliyye hamiyyeti’dir. Hamiyyet kelimesi, cahil kelimesi ile birlikte bilinçsiz, haksız öfke, gurur ve kabalık anlamını ifade eder. Çünkü cahil kelimesi de, düşünmeden kaprislerine göre hareket eden, hemen öfkeye kapılan demektir.

Cahiliye hamiyyeti, bencil insanın kaprisi yüzünden öfkelenmesi, kibir ve gurura kapılmasıdır. Kur’an bu tür cahiliyye hamiyyetini kınar. Hamiyet, kutsal değerleri korumaya karşı gösterilen titizliği ifade eder ki bu, yüksek bir meziyettir. Batıla saplanmak, kaba cahillerin yapacağı bir iştir. Aydın insan, namusuna, manevi değerlerine ve onuruna düşkün, kişilikli, hamiyyetli insandır.

HAYA

‘Haya’, sözlükte diri ve canlı olmak, hicap, utanma, sıkılma, ar demektir. Haya, hoşa gitmeyen yahut terk edilmesi yapılmasından daha uygun olan bir şeyin yapılması esnasında yüzünde beliren ince kızarma hali olarak tanımlanır. Utanma, sıkılma, anlamlarına da gelen hayâ, en geniş şekliyle İslâm ahlâkında yerini bulmuştur. Haya, en mükemmel haliyle yine Peygamberimiz (s.a.v.)’de görülmektedir.

Peygamberimiz (s.a.v.), her türlü temiz huyda olduğu gibi, hayâ bakımından da insanların en üstünü ve en utangacı idi. Peygamberimiz (s.a.v.), son derece hayâ sahibiydi. Görülmesi ve açılması ayıp sayılan şeylere karşı gözü kapalı, adeta yumuktu. Bu hususta da insanların en edeplisiydi. Ebû Said el-Hudri (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in olağanüstü hayâ sahibi olduğunu ifade ederek şöyle demektedir.

‘Peygamber (s.a.v) öyle bir haya ve edep sahibiydi ki, hiç kimseye hoşlanmadığı bir şeyle hitap etmezdi.’ Peygamberimiz (s.a.v.)’in haya ve edebinin üstünlüğü, o zamanlar Arabistan ve diğer ülkelerle karşılaştırılırsa daha açık bir şekilde görülebilir. Çünkü o devirde insanlığın haya ve edep adına hiçbir şeyden haberi yoktu. Araplar herkesin gözü önünde çıplak olarak yıkanır, hatta kimi zaman Kâbe’yi bile çırıl çıplak tavaf ederlerdi. İslâm öncesinde Araplar ‘utanmak’ ve ‘ayıplanmak’ diye bir şey bilmiyorlardı.

İşte Peygamberimiz (s.a.v.), yaratılışı gereği Arapların bu çirkin davranışlarından tiksinir, rahatsızlık duyardı. İslâm’ı insanlara duyurmaya başladıktan sonra sahabîlerine de her fırsatta edep ve hayâ dersi veriyordu. Cahiliyeden kalma adetleri temelinden kaldırıyor, yerine Allah (c.c.)’ın razı olduğu en güzel ahlâk kurallarını yerleştiriyordu. Abdullah bin Mes’ud (r.a.)’un rivayetine göre, bir gün Resûlullah Efendimiz, sahabîlere şu tavsiyede bulundu: “Yüce Allah’tan hakkıyla, gerçek hayâ ile hayâ ediniz” buyurunca, sahabîler: – Ya Resûlallah, Allah’a hamd olsun, biz Allah (c.c.)’tan haya edip utanıyoruz, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şu tavsiyede bulundu: “Hayâ etmek böyle değildir. Allah’tan hakkıyla haya etmek, başı ve başın taşıdığı organları, karnı ve karnının içine doldurduğu organları, haramdan korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi akılda tutmaktır. Âhireti isteyen kişi de dünyanın ziynetini bırakır. İşte kim böyle yaparsa Allah’tan gerçek anlamda hayâ etmiş olur.” (Tirmizi, Kıyamet, S. 24)

Peygamberimiz (s.a.v.)’den hayâ dersi alan sahabîler o derece yücelmişlerdi ki, onların da her hareket ve davranışında edep ve hayânın bir yönünü görmek mümkündü. Yaratılışları gereği her türlü kusur ve hatadan uzak bulunan, çirkin ve kötü şeylere yanaşmayan meleklerin bile kendisinden haya ettikleri Hz. Osman, (r.a.) bu bakımdan Müslümanlar arasında bir örnek haline gelmiştir. Kimi zamanlar Peygamberimiz (s.a.v.), O’nun hayâsını açıkça takdir eder ve överdi. Peygamber Efendimiz insanların kusurlarını görmez, kimi zaman onları görmezden gelir, çoğu kez gözünü çevirir, kusurunu görse de o insanın yüzüne vurmaz, o kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı. Ancak bazı kusurlar vardı ki, o kusuru o insanın düzeltmesi gerekirdi. İşte bu kimselere zaman, ortam ve kişinin durumuna göre uygun olan yöntemlerle uyarıda bulunurdu. Çünkü o kişi o kusurun farkında değildir veya o davranışın bir ayıp ve kusur olduğunu bilmemektedir. Hatalı davranışlar düzeltilirken karşı taraf utandırılmamalı, herkesin içinde onun yanlışları, eksik yanları, ayıpları yüze vurulur gibi söylenmemelidir.

İşte sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) bütün bunlara dikkat eder, ona göre insanlara davranırdı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e yıllarca hizmet etmiş ve O’nun eğitimi altında yetişmiş olan özel öğrencisi Enes bin Malik anlatıyor: ‘Peygamber Efendimiz bir adamın elbisesinde sarı bir leke gördü. Fakat adama bir şey söylemedi. Adamcağız kalkıp gittikten sonra sahabîlere : “Ona söyleyin de o lekeyi temizlesin.” buyurdu. Çünkü Peygamber Efendimiz hoşlanmadığı herhangi bir olumsuzluğu bir kimsede gördüğü zaman, o kişiye onu söylemeye yüzü tutmazdı.

Bir başka zaman benzer bir olayda Peygamberimiz (s.a.v.)’in tavrını yine Hz. Enes anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzuruna bir adam geldi. Sarı renkli bir koku sürünmüştü. Süründüğü koku rahatsız edici bir şekilde çevreye yayılıyordu. Adam dışarı çıkınca yakınlarına şöyle buyurdu. “Keşke şu adama sarı renkli kokuyu sürünmemesini söyleseydiniz de yüzündekini yıkasaydı.” Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayası, başkalarının kusur ve ayıplarını hatırlatmaya ve söylemeye meydan vermezdi. Söylenmesi gerekse bile doğrudan değil de dolaylı olarak uyarıda bulunurdu. Aynı şekilde birisinden kötü bir şey duyduğu, hoşuna gitmeyen bir söz işittiği zaman da benzer biçimde davranır, o insanın yüzüne vurmazdı.

Bu konuyla ilgili bir başka halini Hazret-i Aişe (r.a.) annemiz anlatıyor: ‘Peygamberimiz (s.a.v.)’e bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince “Neden falan kimse böyle diyor, böyle yapıyor?” demez, genel anlamda niçin böyle yapıyorlar ve diyorlar? Şeklinde konuşurdu. Böylece o kimseyi yaptığı işten veya söylediği çirkin bir sözden alıkoyar, fakat o kimsenin ismini vermezdi.’

Yine Hz. Âişe (r.a.) annemizin anlattığına göre, Peygamberimiz (s.a.v.) edebe aykırı bir söz söylemez, böyle bir söz söylemeye kesinlikle girişmezdi. Çarşı pazarda çevredekileri rahatsız edecek şekilde yüksek sesle konuşmazdı. Kötülüğe aynı ile karşılık vermez, aksine, hoşgörülü davranır veya affederdi. Hoşlanmayacağı bir şeyi söylemek zorunda kalsa bile, dolaylı olarak söylerdi. Hayasının çokluğundan dolayı hiç kimsenin yüzüne dik ve sabit bir şekilde bakıp kalmazdı.

Kurre b. İyas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.)’le beraberdik, huzurunda haya’dan bahsedildi. Sordular : – Ya Resûlallah haya dinden midir? Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Evet, haya o dinin tamamıdır.” Sonra şöyle buyurdular: “Haya, haramdan sakınmak, sükût etmek, suskun olmaktır. Dil sessizliği, yoksa kalp sessizliği değil. İffet imandandır. Bunlar ahirette sevabı artırır, dünyalığı ise azaltır. Ama ahiretten artırdıkları dünyalıktan azalttıklarından daha fazladır. Cimrilik, beceriksizlik ve yaramaz söz nifaktandır. Bunlar da dünyadan olan şeyleri artırır ve ahiretten olan şeyleri azaltırlar. Ahiretten azalttığı şeyler ise dünyadan artırdığından daha çoktur.”

İbni Ömer (r.a.) anlatıyor: ‘Peygamberimiz utangaçlıktan dolayı birisini azarlayan adama rastladı. Adam karşısındakine şöyle diyordu: – Sen de çok utanıyorsun. Bu kadar da utangaç olmak sana zarar verir. Peygamberimiz (s.a.v.) ona şöyle buyurdu: “Onu bırak, hayâ imandandır.” Ebu Hüreyre’nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İman yetmiş küsur yahut altmış küsur bölümdür. Bunların en üstünü Lailaheillellah (Allah’tan Başka İlah yoktur) sözü ve en aşağısı da yolda insanları rahatsız eden şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir bölümdür.”

Mücemmi b. Harise’nin rivayet ediyor: Peygamber Efendimiz buyurdu: “Hayâ imandan bir bölümdür, hayâsı olmayanın imanı da yoktur.” Ebû Umame (r.a.) rivayet ediyor. Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: “Hayâ ve Sükût imandandır. Bunlar İnsanı Cennete yaklaştırır ve Cehennemden uzaklaştırır. Hayâsızlık ve Fuhuş şeytandandır. Bunlar da cehenneme yaklaştırır ve cennetten uzaklaştırır.”

Enes (r.a.)’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Fuhuş (kötülük) bir şeyde bulunursa mutlaka onu çirkinleştirir; Hayâ da bir şeyde bulunursa mutlaka onu güzelleştirir.”

İbni Ömer (r.a.)’in rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hayâ ve İman birbirlerinin yakınlarıdır. Bir arada bulunurlar. Bunun için bunlardan biri kaldırıldığı vakit, diğeri de kaldırılır.”

İbni Ömer (r.a.) rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah bir kimseyi helak etmek istediği zaman ondan utanmayı kaldırır. Utanması kalkınca hep kötülük işlediğini görürsün. Kötü kişiye kimse güvenmez. O zaman hainlik yapar ve hainliğe uğrar. Bu defa da acıma duygusundan mahrum olur ve lânetlenerek kovulur. Böylece o kişi İslam’dan uzaklaşır.”

Haya’nın Türleri

1. Günahtan utanma: Hz. Âdem (a.s.)’ın hayası gibi. Çünkü Âdem (a.s.), günah işledikten sonra Cennetten kaçmıştı. Allah Teâlâ: – Ey Âdem benden mi kaçıyorsun? demişti – Hayır, ya Rabbi, Sen’den utanıyorum, demişti.

2. Taksir (Görevde Kusur) Hayâsı: “Sen’in şânın yücedir, sana layık olduğun şekilde kulluk edemedik!” diyen meleklerin hayâsı buna örnektir.

3. Kerem Hayâsı: Peygamber (s.a.v.)’in hayası gibi. Hz. Zeyneb’in düğünü için verdiği yemeğe gelenlerden bir kısmı geç saatlere kadar evde oturmuş, Peygamber (s.a.v.) utandığından onlara “artık gidebilirsiniz” diyememiş, kendisi kalkıp odasından çıkmıştı.

4. İstihkar (nefsi küçük görme) Hayâsı: Bu da, kendisini Rabbinden bir şey istemeğe layık görmeyen kulun hayâsıdır.

5. Muhabbet (Sevgi) Hayâsı: Bu da, sevenin sevgilisinden utanmasıdır. Bu sevgi utanması o dereceye varır ki, onun olmadığı yerde hatırlasa kalbinde ondan utanma belirir; utanmanın etkilerini yüzünde hisseder, fakat sebebini bilmez. Sevgilisine kavuştuğu zaman da kendisine utanma ve ürperti gelir.

Sevginin kalp üzerindeki yetkisi, yönetici bir kimsenin emrindeki kişiye yetkisinden fazladır. Elbette kalbine ve ruhuna hâkim olan ile, sadece bedenine hâkim olan bir olmaz. Bundan dolayı insanların bedenlerine egemen olan krallar, kendi gönüllerine hâkim olan bir sevgilinin buyruğuna eğilmeye, kendileri bile şaşırmışlardır. Seven bir kimse, ansızın sevgilisi ile karşılaşınca kalp hemen onun yetkisini hisseder, bu yüzden bedenine bir ürperti, korku ve heyecan gelir.

Muhatabına Göre Hayanın Çeşitleri

Hayâ duygusu, kendisine karşı duyulan kişi bakımından da üç türlüdür:

Birincisi insanın Allah (c.c.)’tan hayâ etmesidir. Bu, O’nun buyruklarına uymak ve yasaklarından dikkatle kaçınarak olur.

İkincisi, insanın diğer insanlardan hayâsıdır. Bu da ayıpların örtülmesiyle olur. İnsanlardan haya etmeyende hayır yoktur. Hayânın bu türü kişinin olgunluğundan kaynaklanmaktadır.

Üçüncüsü, insanın kendi nefsinden haya etmesidir. Bu da, insanın iffetli olması ve toplum içinde iken yapmadığı kötü eylemi yalnız kaldığı zaman da yapmamasıdır.

İnsanın hayası eksiksiz olunca, onda şu üç özellik de tam olur: Hayır yolları mükemmel olur, şer yolları kendisinden uzaklaşır. Güzellik ve fazilette meşhur bir kişi olur.

NOT: Bölüm içeriğinin hazırlanmasında islamahlaki.com sitesinden kapsamlı alıntılar yapılmıştır.

Bu yazıyı okudunuz mu?

vicdan

Vicdan Allah’ın kalplere koyduğu adalet terazisidir

Vicdan Allah’ın kalplere koyduğu adalet terazisidir Vicdan kalp sesidir. Dinleyene de dinlemek istemeyene de aynı ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir