GÜZEL AHLAK ESASLARI
GÜZEL AHLAK ESASLARI – 6
(HAYIRLARDA YARIŞMAK, HİCAP, HİCRET, HİKMET, HİMMET, HUŞÛ)
HAYIRLARDA YARIŞMAK
‘Hayır’, taşıdığı özellikler nedeniyle istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve ahirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayır ister bir davranış, ister bir ibadet, isterse mal, yani dünyalık yönünden olsun; dinî ve dünyaya ait konularda yararlı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder.
Hayr’ın karşıtı ‘Şerr’dir. Kur’an’ın en geniş kapsamlı kavramlarından biri de ‘hayır’ kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini hem de dini değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır, iyi ve faydalı, rağbet edilen ve tercihleri ifade ettiği için; ibadet, iyilik etmek, Allah (c.c.) yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap ve şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
‘Mutlak hayır’, Allah (c.c.) tarafından gönderilen elçiler aracılığı ile bütün insanlara bildirildiği için, insan tarafından bilinir. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların ‘hayır’ olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip imanın nuruyla basiret sahibi olan gerçek müminler, çoğunlukla kendileri hakkında ‘hayır’ olan şeyleri anlarlar.
Örneğin, bu gibi müminler başlarına gelen bir musibeti ‘şerr’ sayıp isyan etmezler. Aksine onu Allah (c.c.) tarafından bir sınanma sebebi sayar, sabreder ve gereğini yaparlar.
Hayır ve şerri yaratan Allah’tır.(c.c.) İnsan, kendi özgür iradesiyle bunlardan birisini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği ‘hayır ve şerr’ işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle, ‘hayır ve Şerr’ işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) ‘hayrı’ yaratır, şerre razı olmaz. İnsanın ‘hayır ve şerr’ ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme izninin verilmesini anlarız.
Mutlak yaratıcı yalnızca Allah (c.c.)’tır. Müminler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. ‘Hayır’ sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi iradeleri dışında bir şerr ile karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da o şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Müslümanlar, her zaman kendi nefisleri için istedikleri ‘hayrı’ diğer müslüman kardeşleri için de isterler. Kendi nefisleri için istemedikleri ‘şerri’ diğer müslüman kardeşleri için de istemezler. Bu onların en önemli özelliklerindendir.
Hayır, bir anlamda Allah (c.c.)’tan korkup sakınma bilinciyle işlenen bütün salih (güzel) ameller, yapılan iyilikler ve faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şerr ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, ‘hayır’ imanın ve itaatın gereği, ‘şerr’ ise inkarın ve isyanın diğer adıdır.
Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzal 99/7,8)
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir. “(Al-i İmran 3/110)
Kur’an, “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Al-i İmran 3/104) buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki ‘hayır’, İslâm’dır, İslâm’ın ilkeleridir, salih amellerdir, birr ve faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.
Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak ‘vahyi’ göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır.
Toplumların işlerinin ‘hayır’ olabilmesi, yöneticilerinin ‘hayra’ gönül vermiş kimselerden olmasına bağlıdır. Şerli kimselerin yönettiği toplumlarda ‘hayır’ barınamaz. İnsanlar çok farklı hedeflere koşarlar. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar.
Birçokları da kendi yaptıkları ile övünür ve bununla avunurlar. İslâm’a göre ise, ‘Hayat bir hayır işleme yarışıdır.’ “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter…” (Bakara 2/148)
Müminlere düşen Allah’ın (c.c.) gösterdiği ‘hayrı’ işlemek, hayırda yarışmak, hayrat sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp ‘hayra’ harcamak, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar ‘hayr’ olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü ‘Hayırlı Kimseler’den olmaktır.
Çünkü insan boşa geçen her saniye ziyandadır!
HİCAP
‘Hicap’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir.
Tasavvufçulara göre ‘Hicap’ ‘bu oluş âlemindeki suretlerin, Hakk’ın tecellisinin kabulüne engel olacak derecede kalpte yer tutmasıdır. Bunu yırtıp geçmedikçe insana Hakk’ın tecellisi kolayca olmaz. ‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların, avret yerlerini örtmelerini ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de örtünmeyi emreden ayetlere ‘Hicab ayetleri’ denir. Tesettür, birçok İslâmi kaynakta ‘Hicab’ olarak geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Avret, İslâm’a göre insanların örtmeleri, giyinmeleri veya dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmi prensiptir.
İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabii ihtiyaç ve temizlenme (taharet) gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına bir zaruret olmadıkça gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir. Aslında insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder.
Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kıllarıdır veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar (elbiseleri) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur. Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklıyor:
“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik)..” (A’raf 7/26)
Rabbimiz (c.c.), yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin sanılmaktadır. Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insanın cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır gibi olan “avret” yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır.
Bütün bunların olabilmesi de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamıyla “takva elbisesi”ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Adem (a.s.) ile O’nun eşi Havva, cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı ve onların yasak ağacının meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ayıp yerleri kendilerine göründü.
“Ey Âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır.” (A’raf 7/27)
Hicap duymanın bir anlamı da yakıştıramamak kaynaklı utanma duygusudur ki hayadan, mahçubiyetten veya toplumsal olarak görülen ahlaksızlıklar karşısında daralmadan kaynaklanabilir.
HİCRET
‘Hicret’, sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları, başka bir yere taşınmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil ile veya kalp ile de olabilir. Bir ayette, kalbi Allah (c.c.)’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamına kullanılmaktadır ki bu, Allah (c.c.)’a hicret (yönelme) ibadetidir.
‘Hicret’, terim olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve Mekkeli müslümanların M.S. 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir. İslâm tarihinde ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslâm’ı yeryüzüne duyurma ve yaymada bir dönüm noktasıdır, İslâm’ın dünyaya açılışı ve güçlü bir şekilde ortaya çıkışıdır. Hicret, imanın, Allah (c.c.)’a ve Resûlüne bağlılığın, Allah (c.c.) yolunda özveride bulunmanın, dünya varlıklarından vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin, bir göstergesi; küfre ve onların azgın yöneticilerinin otoritelerine boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın en yüce ifadesidir.
Peygamberimizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhacir’ (göç eden) diyor ve onları kelimelerin en tatlısı ile övüyor.
“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe 9/100)
”Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Bakara 2/218)
Mekke şehir devletinin ve onun zalim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce iki kez de Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de adi suç işleyen, başkalarının malına veya ırzına tecavüz eden, başkasının canına kasteden kimseler değillerdi. Kimse onlara kötü, zararlı, soyguncu veya anarşist diyemezdi. Tam aksine onlar, Hz. Peygamber (s.a.v)’in çağrısına uyup müslüman olduktan sonra ahlâkları düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceleri yaptıkları tüm fenalıkları bırakıyorlardı. Onlar, Mekke toplumunun huzurunu bozan adi suçlular değillerdi ama daha büyük bir suçları vardı: Onlar, ‘Lailahe illallah Muhammedü’r-Resûlullah- Allah’tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir’ diyorlardı. Bu söz, hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi.
Bu sözü söyleyen müminler, elbette eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu atalarının ve özellikle Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini terk ediyorlardı. Mekke yöneticileri, eğer bu ifade, sıradan bir söz olsaydı seslerini çıkarmazlardı. Eninde sonunda bu sözler de bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle değildi…
Bu sözü söyleyen değişiyor, başka bir insan oluyor, Hz.Muhammed (s.a.v)’e uyuyordu. O’nun söylediklerini hayatına uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı kalıyordu. Böylece sorun onlar için oluyordu. Muhammed (s.a.v.)’in getirip tebliğ ettiği ilâhi vahyi kabul eden müminler, günün birinde Mekkelilerin baskısına dayanamayıp bir iman yolculuğuna çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayata yansımasına fırsat veren bir başka kente gitmek zorunda kalmışlardı. Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi.
Bu, ekonomik bir nedene dayanan yer değiştirme, daha rahat bir yaşamı elde etmeye yöneliş, ya da başka diyarların altınlarının ve zenginliklerinin çekiciliğine karşı bir yolculuk değildi. Bu hicret, aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nuruna, İslâm’ı tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkânına, Allah (c.c.)’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu. İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret. İslâm, Hicretle toplumsal planda uygulanma imkânı buldu. Hicretle devletleşti, kendi egemenliğini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı.
Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları Hicret’ten sonra İslâm nimetiyle ve onun nuruyla tanışma imkânına kavuştular. Bu büyük olayı hazırlayan nedenler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı. Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz (s.a.v.)’e birkaç kişinin uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak, alay etme, sıkıştırma, baskı, fiili işkence ve nihayet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı, işkence ve yıldırma yöntemlerini denemelerine karşın, insanlar Peygamberimiz (s.a.v.)’i dinliyor ve O’nun getirdiği vahye inanıyorlardı. Hem de her türlü tehlikeyi göze alarak. Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo, onları ekonomik ve sosyal açıdan zor duruma soksa da bu gibi olaylar müminlerin imanını ve sayılarını artırıyordu.
Birinci ve ikinci Akabe Biat’larından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan, bazen gizlice Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etti. O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Veda tepesinin üzerinden üzerimize ay doğdu.” diyerek türkülerle, şarkılarla ölümsüzleştirdiler.
Hicretin Sonucu
O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir, Medinetü’n-Nebi (Peygamber şehri) ünvanını aldı.
Hicret, yanlızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimiz (s.a.v)’in Hicretini bu şekilde yorumlamak, onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır. Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlıydılar. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, var olan saltanatlarını sürdürüyorlardı.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in daveti ise, onların izni, kontrolü dışında bir gelişmeydi. Üstelik O’nun davet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygamber (s.a.v.)’e ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı. Elbette bu yeni durum, Mekke yönetimi ve yandaşlarını rahatsız ediyor ve onlar bunun bir an önce çözülmesini istiyorlardı. Bu açıdan müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşayamıyorlar, İslâmi tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâm’ı sosyal ve uygulama planında topluca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolayısıyla onlardan izinsiz başka bir dine inanıp, başka bir hayat tarzı seçemezlerdi. Hicretle müminler barınacak bir yurt buldular.
Burası Medine (Yesrib) idi. Orada kendi egemenliklerini ve hukuki varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldiler ve düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiili bir varlık iken Hicret sonrası hukuki bir varlık oldular. Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukuki bir taraf olarak tanıdılar.
Bu diplomatik zafere Kur’an en büyük fetih demektedir. Bu zaferin yolu hicretle açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukuki bir güce ve statüye kavuşabilirdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi. Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda İslâm Devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile müminleri yetiştirip ve eğitirken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak Bizans ve İran devlet başkanları bile İslâm’a davet edilebilmişti.
Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına kavuştular. İslâm Medine’de güçlendi, dirildi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu. Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzi değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur. Mekke’den Medine’ye yapılan Hicret, Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Fakat Hicret’in taşıdığı anlam, onun gerekliliği ve yararları Kıyamet’e kadar sürecektir. Müslümanlar dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, İslâm’ı yaşama konusunda, baskı, işkence ve dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş yeryüzünde İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklerden olgunluğa doğru manevi hicreti sürekli yaşayacaklardır.
Hicret Edenlerin Ödülü
Allah (c.c.) yolunda hicret edenlerin ahirette nasıl ödüllendirileceği Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanıyor:
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, Allah onlara muhakkak güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Elbette onları hoşnut olacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Hac 22/58,59)
“Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar, allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir.” (Bakara, 2/218.)
“Rableri onlara karşılık verdi: ‘ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Hepiniz birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler.. elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına), Allah katından bir karşılık olarak (bu nimetleri onlara vereceğim). Karşılıkların en güzeli Allah katındadır.” (Al-i İmran, 3/195)
“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallariyle, canlariyle savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu)durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayan)lara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur. (Onları korumakla yükümlü değilsiniz) Fakat dinde yardım isterlerse (onlara yardım etmeniz gerekir) Yalnız aranızda anlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz.” (Enfal, 8/72)
Elinde olmayan nedenlerle, kâfirlerin içinde yaşamak zorunda kalanlar, kendi istekleriyle oturanlar gibi değillerdir. Aşağıdaki ayette zayıf ve acizliğinden dolayı kâfirlerin içinde kalanlara yardım edilmesi emredilir: “Size ne oldu ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi şu halkı zulmeden şehirden çıkar, bize katından bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver’ diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.” (Nisa, 4/75)
HİKMET
‘Hikmet’, sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek, gerçeği yakalama noktasında ilim ve akılla hareket etmektir. Hikmet, Allah (c.c.) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi, kul açısından ise, varlıkların bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.
İslâm kültüründe, bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti, gibi anlamlarda kullanılan Hikmet kavramı, Kur’an-ı Kerim’de, ‘çok hayır’ diye nitelenir. Ayrıca on bir âyette ‘kitap’ ile birlikte kullanılarak hikmetin, ‘ilâhî kitaplar’ veya ‘bu kitaplarda vahiy ile gönderilen derin bilgiler’ anlamı taşıdığına işaret edilir.
Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün ürünüdür. Bu nedenle İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” kelimesi kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, irfan, fikir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir ve itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, bilmek, akıl sahibi olmak ve bildikleri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek ve bunları uygulamak insana özgü bir ayrıcalık olarak anlatılmaktadır:
“Bu kitap, güçlü ve hikmet sahibi Allah tarafından indiriliyor.” (Zümer, 39/1)
“O kâfirlerin durumu, sadece bağırıp çağıran ve başka bir şey duymayan hayvanın haline benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da erdiremezler.” (Bakara, 2/171)
“Yeryüzünde gezinen canlıların Allah katında en kötüsü, o sağırlar ve o dilsizlerdir ki, hakkı akıllarına getirmezler.” (Enfal, 8/22)
Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim, yer yüzünde yalnızca insana özgü bir özelliktir. Kur’an, Hz. Adem (a.s.)’in meleklerden daha üstün olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle açıklar. Çünkü ilim Allah’ın (c.c.) sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak, kendisini ilâhi bir nitelikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı en büyük zararı vermiş sayılır. Ayrıca en değerli nimet olan aklı bağışlayan Allah’a (c.c.) karşı da nankörlük etmiş olur.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hikmet kelimesine verilen anlamlardan yirmiüç tanesini sıralamaktadır: Bunlardan en önemlileri şunlardır:
Söz ve fiilde doğruyu tutturma,
Bir şeyin özünü kavrayan sağlam ilim ve bununla amel etmek,
İlim ve o ilmin amacını kavramak,
Varlıkların özündeki manaları kavramak,
Allah’ın (c.c.) emirlerini anlamak,
İcad etmek (Allah’ın varlıkları yaratması hikmettir)
Varlık düzeninde her şeyi yerli yerinde koymak,
Doğru ve güzel işlere yönelmek,
Siyasette, Yaratıcı’ya benzemeye çalışmak.
Hakim olunan kimselere adaletli ve iyi davranmak,
icraatı zulümden, ikramı cimrilikten, ilmi bilgisizlikten, hoşgörüyü bunaklıktan ayırmak,
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak,
Allah’ın emirlerini düşünüp onlara uymak.
Hikmet, yukarıdaki tanımlamalardan anlaşılacağı üzere, hem ilimdir, hem de isabetli, tutarlı iş ve eylem yapmadır. Buradan hareketle ona ahlâkî bir anlam yüklenerek, hikmetin bilgi ve eylem olduğu ve bilgi-amel bütünlüğünü de kapsadığı kabul edilmektedir. Ahlâkın meşru temeli doğru ve kesin bilgidir. Bu bilgiye sahip olan kişi de ‘hikmet’e sahip demektir. Yeterli ve doğru bir araştırma ve tefekkür, kişiyi doğru bir hükme varmaya, dolayısıyla hikmete göre iş yapmaya götürür. Çünkü ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler, ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır.
Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de bildiklerine uygun şekilde davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiştir: “Kendilerine Tevrat’a uyma yükümlülüğü verilen, sonra onu taşıyamayan kişilerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin haline benzer.” Hz. Peygamber (s.a.v.): “Yararı olmayan ilimden Allah’a sığınırım” buyurmuştur.
Hikmet, Müminin Yitik Malı
Hikmet, yerli yerinde yapılan iş, söylenilen söz, hakk’a uyan bilgi ve davranış, faydalı ve tutarlı bir şey ise; bu, nerede üretilirse üretilsin, nereden gelirse gelsin, kabul edilir ve alınır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Yalnız iki kişiye gıpta edilebilir. Bir adam ki Allah (c.c.) kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmet gereğince hareket ediyor ve onu başkalarına öğretiyor ve bir adam ki Allah (c.c.) kendisine mal vermiştir, o da bu malı Hakk yolunda harcamaya koyulmuştur.” Kimileri de “Hikmetin başı Allah korkusudur” hadisinden hareketle hikmeti, Allah korkusu olarak almışlardır.
Kur’an’ın övdüğü bilgi, kuşkusuz ki kişiyi Rabbine götüren, ona doğruyu gösteren ve isabetli hareket etmesini sağlayan bilgidir. Ruhsuz, köksüz, kuru maddecilikle oyalanan, insanı Rabbinden uzaklaştıran bilgi neye yarar? Böyle bir bilgide ne hikmet vardır, ne de kalbi tatmin eden bir özellik vardır. İşte bilgi ve hikmeti değerli kılan, onlara sahip olan insanın Rabbinin makamından kula yaraşacak şekilde korkmasıdır.
Hikmet olan Bir Kitap (Kur’an)
Kur’an, ‘Hakîm’ bir kitaptır. Her işi ‘Hikmet’li olan ‘Hakîm’ bir Allah (c.c.)’ın hikmet sergileyen, her şeyi hikmet olan kitabıdır. Kur’an’ın bütün âyetleri, sağlamlaştırılmış bir şekilde hikmeti öğretirler. Kur’an, Allah (c.c.)’ın ‘Hak’im’ sıfatını, Alîm, Habîr, Aziz gibi bilgi ve bilmekle ilgili sıfatlarıyla birlikte kullanıyor. Bu da hikmet’in bilgi, marifet ve bunlara bağlı olarak, hayır üretmek, hayırlı olanı yapmak olan anlamlarına işarettir.
Peygamberler (a.s.), kendilerine bildirilen vahyi öğrettikleri gibi, insanlara, vahyin sunduğu mantık ve imkânlarla yeni ve hayırlı değerler üreten hikmeti de öğretirler. “Öyle ki içinizde kendinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek Elçi gönderdik.” (Bakara 2/151) Hikmetin en yücesi, doruğa ulaşmış şekli, Allah’tan gelen âyetlerdir. Kendilerine ilimden nasip verilmemiş olanlar bu hikmeti anlamadıkları gibi hikmetle iş de yapmazlar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği vahye inanmış ve onu kendisine rehber edinmiş kimseler ‘hikmet’ten pay alırlar, ‘hikmet’le iş yapmanıni hikmetli düşünmenin yollarını bulurlar.
Allah Yoluna Hikmet ile Çağırmak
Kur’an-ı Kerim buyuruyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et. Kuşkusuz Rabbin, hidayet üzere olanları en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125)
Bu ayette Peygamber (s.a.v.)’e, insanları Rabbinin yoluna hikmetle davet etmesi ve karşıt görüş ve inanışta olanlarla en güzel biçimde tartışması emrediliyor. Ayet, insanların İslâm’a nasıl davet edileceğinin esasını öğretmektedir. Konu itibariyle, insanların, kendiliklerinden helal ve haram hükümler koymalarını kınayan ayetlere bağlıdır. Bu tür yasaklar koyan müşrikleri, Allah yoluna, yani yalnızca O’nun koyduğu helal ve haram hükümlere uymaya çağırırken hikmet ve güzel çağırmayı emretmektedir.
Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba davetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet ve tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. Burada dikkat edilecek husus şudur: Allah (c.c.) yoluna yalnızca hikmetle, güzel öğütle davet edilmesi emredilmiştir. Çünkü mücadele davet metodu değildir.
Mücadelenin amacı karşısındakini susturmak ve yenmektir. Karşıdaki insan cevap vermeyip susabilir ama gönlü kabul etmez. Onun için ayette mücadele, yani cedel, davet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde mücadele edilmesi buyurulmuştur.
HİMMET
‘Himmet’, sözlükte bir şeye kesin olarak karar vermek, yardım, koruma, çalışma, gayret gösterme, emek harcama, azim ve onu yapmaya kalpte doğan ciddi bir gayretle yönelmektir. Çoğulu ‘Himem’dir. Tasavvufçulara göre himmet, kalbin bütün gücüyle Cenab-ı Hakk’a yönelmesidir.
Kalp ve gönülden gösterilen ciddi ve ileri derecede gayreti ifade eder. Bu kelime ile aynı zamanda, emek, çalışma, çabalama gibi şevk ve hevesle dolu beşeri haller de anlatılır. Daha çok tasavvufta kullanılan bir kavram olan himmet, o kültür çerçevesinde velilerde var olduğu kabul edilen olağanüstü irade gücünü anlatmaktadır.
Bu bağlamda ‘bir kemal halini veya diğer bir şeyi elde etmek için bütün ruhani gücüyle kalbin Allah (c.c.)’a yönelmesi’ şeklinde tarif edilmiştir. Bununla ermiş kişilerin; maksadı hasıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren manevi güç kastedilir. Böylece himmet kavramı ile tasavvufta velilerin teveccühü, tasarrufu ve işleri başarmadaki olağanüstü gücü akla gelmektedir.
Zaten tasavvuf kültüründe, manevi değeri olan hal ve işleri mürşid ile ve özellikle veli kabul edilerek sıradan insanlarla ayrı tutulan kişilerle mutlaka bir şekilde ilişkilendirme, hatta bazen adeta onlara bağlama, onların himmetinden bilme anlayışı hakimdir ve tarikate intisabı olan dervişler herhalde böyle bir yaklaşımda bulunurlar. Bu husus tarikat eğitiminin de bir parçasını oluşturur.
Tasavvuf ve tarikatlerde himmetin, nesneleri, kişileri ve ruhları etkileyip yönlendirdiğine, ilahi yardım ve rahmetin gelmesine vesile olduğuna inanılır. Bu nedenle de şeyh-mürid ilişkisinde önemli bir yeri vardır. Halvete giren mürid manevi yolculuğunda şeyhinin himmetini ister. Çünkü bu yolda karşılaşacağı zorlukları ve belaları ancak bu sayede aşacağına inanır.
Himmetin bir de bağnaz olmayan dini hizmetler için maddi ve manevi yardımlarda bulunma, gayret etme, bu uğurda çalışma, zamanını ve imkânlarını seferber etme anlamı vardır ki bu da sıklıkla kullanılır.
HUŞU
‘Huşû’ sözlükte, küçülme, boyun bükme, son derece saygılı olma demektir.
Kur’an-ı Kerim’de: “Rahmân’a (saygı için) sesler huşû’ etmiş (kısılmıştır). Fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.” (Tahâ sûresi, 20/108) Din ve ahlâkta ise huşû’, ibadette, kul ile Allah (c.c.) arasındaki ilişkilerde kulun, Allah (c.c.)’a saygılı bir tevazu (alçak gönüllülük) göstermesidir.
Çünkü Allah (c.c.) “Rahmân’ın kullarının yeryüzünde hevn (alçak gönüllülük) ile yürüdüklerini.” (Furkan sûresi, 25/63) bildirmiştir. “Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarında huşu’ içindedirler(Müminun sûresi, 23/2) ayetinde namazlarında huşu’ edenlerin kurtuluş ve başarıya erecekleri vurgulanmaktadır.
“Biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirseydik, Allah korkusundan onu, baş eğmiş, titremiş görürdün. Bu örnekleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr sûresi, 59/21) ayetinde güzel bir benzetme yapılarak, şayet bu Kur’an, bir dağa indirilmiş olsaydı, Allah (c.c.)’a saygıdan ötürü dağın çatlayıp çökeceği ifade edilerek Kur’an’ın ve vahyin büyüklüğü ve ondaki sorumluluğun ağırlığı vurgulanmaktadır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), namazda sakalı ile oynayan birini görmüş: “Bunun kalbi huşu’ etseydi, uzuvları da huşû’ ederdi.” [Feydu’l-Kadir.] buyurmuştur.
İbadette huşu’, yalnız Allah (c.c.)’ı düşünmek, O’ndan başka bir şey düşünmemeye çalışmaktır. Bu, gönül huşuudur.
Beden huşuu da namazda sağa, sola bakmadan, herhangi bir şey ile meşgul olmadan, edeb ile Allah (c.c.)’ın huzurunda durmaktır. Hasan Basrî’ye göre huşû’, kalbin sürekli olarak korku içinde olmasıdır. Sehl İbn Abdillah: ‘Kalbi huşû’ içinde olana şeytan yaklaşamaz.’ demiştir.
NOT: Bölüm içeriğinin hazırlanmasında islamahlaki.com sitesinden kapsamlı alıntılar yapılmıştır.