Anasayfa / DİNİMİZ İSLAM / İSLAM AHLAKI / GÜZEL AHLAK ESASLARI – 8
imanilmihali.com
güzel ahlak

GÜZEL AHLAK ESASLARI – 8

GÜZEL AHLAK ESASLARI

GÜZEL AHLAK ESASLARI – 8

(İHLÂS, İHSAN, İHTİYAT, İKRAM, İLİM, İLTİFAT, İNFAK)

İHLAS

‘İhlâs’, insanın yaşamın bütün zamanlarında, ibadet ve amellerinde sırf Allah (c.c.) rızasını gözetmek ve dini yalnız O’na özgü kılmak, demektir. İhlâs, tevhid inancının özüdür. Bunun için müslüman, yalnızca Allah (c.c.) rızasını kazanmak amacıyla Hakk’a tapmalı, ibadetlerine asla yapmacık, gösteriş, başkasının beğenisini kazanma düşüncesi karıştırmamalıdır. ‘Hak’tan başka bir şey düşünmekten korunmak’ şeklinde de tanımlanan ihlâs , işleri gösterişten korur, sahibini gerçekten takvaya götürür.

Allah (c.c.) buyurur: “Kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na ibadet etmeleri emredildi.” [1] “De ki: bana dini yalnız, Allah’a halis kılarak O’na ibadet etmem emredildi.” [2] “Dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk et! Halis din (ibadet) Allah’a yapılır.” [3] “De ki: ‘Ben, dinimi Allah’a halis kılarak O’na ibadet ederim. Sizden ondan başka dilediğinize tapınız” [4] “(Kurban edilen hayvanların) ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Sizin takvanız, O’na ulaşır.” [5] “De ki: ‘Rabbim bana adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi O’na doğrultun ve dini yalnızca kendisine has kılarak O’na yalvarın. (Allah’a hiçbir benzer, eş, ortak koşmadan, gönlünüze başka tanrılar getirmeden sırf Allah’a yönelerek O’na kulluk edin) İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.” [6]

Peygamber (s.a.v.)’e kendini göstermek, kahramanlık, yiğitlik için savaşan bir adamın durumu sorulmuş (bu adamın çarpışması Allah yolunda mıdır?) denilmiş. “Kim Allah’ın kelimesi yüce olsun diye çarpışıyorsa işte o, Allah (c.c.) yolundadır.” [7] buyurmuştur. Peygamber (s.a.v.): “Ameller niyetlere göredir.’ [8] “Allah sizin suretlerinize (yüzlerinize) ve mallarınıza bakmaz, fakat sizin kalplerinize ve niyetlerinize bakar.” [9] gibi hadisleriyle amellerin, kalpteki temiz niyyet ve ihlâs ile değer kazanacağını vurgulamıştır. İlahi bir hadiste de: “İhlâs, benim sırrımdır, onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.” [10] buyurulmuştur.

İhlâs; bir kalp hareketi ve ruhanî bir davranıştır. Kalp temizliğinin ve sağlamlığının bir delilidir. Yalnız Allah (c.c.)’ın rızasını arayan bir niyettir. Kişinin bütün varlığı ve benliği ile Allah (c.c.)’a kulluk etmesi ve bu kulluğun da O’ndan başkasına düşünmemesidir. Ayrıca İhlâs, ‘kalbi garaz şüphesi ve zan eğriliğinden temiz tutmaktır.’ şeklinde tarif edilmiştir. İhlâsta Hakkın rızâsı talep edilir, yapılan işlerde, riya, gösteriş, menfaat ve şöhret gayesi güdülmez. İhlâs bir kalp hareketi ve ruhâni bir davranış olmaktadır. Kalbî davranışların makbul oluşu, niyet ve irademizin sağlamlığına bağlıdır. İhlâs, kalp sağlamlığının bir delilidir.

Böyle olunca her işe başlandığı zaman niyette ihlas, yani her türlü dünyevî karşılık beklemekten uzak olmak gerekmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır. Yoksa ihlâs kişinin başarı ve becerileriyle elde edilemez. Bazen ihlas ile söylenmiş bir tek kelime ile kişi kurtuluşa erer ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını elde edilebilir. Bazen bir tek adamın irşadı, bin kişinin irşadı kadar Allah (c.c.) rızasına sebep olur.

Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur: “Ben Cebrail’den ihlâsın ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: Ben de Aziz ve Celil olan Allah’a: “İhlâs nedir?” diye sordum o şöyle buyurdu: “İhlas benim bir sırrımdır. Onu kullarımdan sevdiğim kimselerin kalbine koyarım.” İhlâs, fenalığı ve kötülüğü gideren bir fazilettir. “İşte biz ondan (Yûsuf’tan), fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü o, bizim ihlâslı kullarımızdandır.” [11] ayetinde, evdeki kadınla Hz. Yusuf (a.s.) arasında geçen olayda ve kadının niyetinin sonuçsuz kalışında en büyük etkenin, Hz. Yûsuf (a.s.)’un ihlâsı olduğu görülmektedir. İnsanlık için ihlâsın gereği her zaman emredilen bir keyfiyet oluşuyla da anlaşılmaktadır. Çünkü ihlas, ehl-i kitaba da, yapacakları diğer ibadetlerle birlikte emredilmişti. [12]

İhlas, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir tutumdur. Bu durum şeytanın, “Yeryüzünde insanlara (fenâlıkları) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa sahip müminler bunun dışındadır.” [13] Ayetlerinde ifadesini bulan itiraftan anlaşılmaktadır. Şirkten, kitabı ve peygamberi yalanlamadan, sapık yollara sapıp tevhit akidesine aykırı inanç düşünceler beslemeden dolayı gerçekleşecek ilâhî azaptan, “Allah’ın ihlâs sahibi kulları istisna.” [14] söz edilerek azaptan kurtuluşta ihlâsın yeri ve önemi belirtilmiştir. Ahlâk önderleri peygamberler, varlıkları ihlâsla yoğrulmuş kişilerdir.

Hz. Mûsâ, Hz. Yûsuf, Hz. İbrahim, Hz. İsmâil, Hz. Ya’kûb (a.s.) ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in özellikleri anlatılırken Kur’an-ı Kerim onları ihlâslı kullar olarak nitelemiştir. [15] Çünkü Peygamberler (a.s.) davet ve tebliğlerinde daima, Hakk’ın, rızasından başka bir gaye ve maksat gütmeyerek, ihlaslarını ortaya koymuşlardır. Fudayl b. İyâd (r.a): ‘Halk için ameli terketmek, riyadır; halk için amel etmek ise şirktir. İhlas, Allahu Teâlâ (c.c)’ın bu iki şeyden seni afiyette kılmasıdır.’ diyor.

Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle der: ‘Biliyorsunuz ki, bilinen bir ecelin peşinde gece-gündüz koşuyoruz. Allahu Teâlâ’nın (c.c) rızası için söylenmeyen hiçbir şeyde hayır yoktur. Aziz ve Celil olan Allah’ın (c.c) yolunda harcanmayan hiç bir malda hayır yoktur. Bilgiçlik taslayarak gurura kapılanlarda hayır olmadığı gibi, Allah (c.c) için yaptıklarında insanların kınamasından endişeye düşenlerde de hayır yoktur.” [16]

Müminler bütün söz ve fiillerinde Allah (c.c)’ın rızasını gözetmek zorundadırlar. Eğer insanların hoşlarına gitmek niyetiyle amelde bulunurlarsa, kendi kendilerini helâk ederler. Nitekim Uhud savaşında Müminlerin en önde savaşanlarından birisi de Kuzman idi. Medine’deki hurmalıklarını korumak niyetiyle savaştığı için, Cehennemlik olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)’ şöyle buyurmaktadır: “Üç hususta müslümanın kalbi hıyanet edemez: Allah için ihlâs ile amel yapmak, İslâm devletinin yöneticilerine samimiyetle öğüt vermek ve İslâm cemaatı ile birlikte olmak.” [17] İhlasın zıddı riya ve gösteriştir. Bu da insanı şirke sürükler.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: “Şüphesiz Cenab-ı Allah sadece kendisi için ve kendisinin rızası için olmayan bir amelden başkasını kabul etmez.” [18] Havariler, İsa (a.s.)’a: ‘Amellerin halis olanı hangisidir?’ diye sorduklarında, Hz. İsa (a.s.): “Hiç kimsenin övmesini isteyip beklemeden, Allah (c.c.) için yapılan ameldir.” demiştir. Diğer konularda olduğu gibi ihlâs konusunda da tasavvufçuların sözleri çok çeşitlidir. Fakat bu değişik ifadelerin asıl anlamı birdir.

Şöyle ki: Ebu Ali el-Dakkak: ‘İhlâs, halkı düşünmekten korumak, nefsi düşünmekten arınmaktır. Muhlis, riyası olmayan sâdık, kendini beğenmeyen adamdır.’ demiştir. Zû’n-Nûn: ‘İhlâs, ancak ihlâsta sadakat ile olur. Sıdk (sadakat) ise ihlâs ile doğruluğa devam etmekle olur.’ ‘ihlâs, gözünde halkın övgüsünün veya yergisinin bir olması, yapılan amelleri görmeme, onlara âhirette sevâb verileceğini unutmadır.’ demiştir.

İslâm âlimleri ihlasın yararlarını şöyle sıralamışlardır:

1. Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak,

2. Amellerin kabul olması,

3. Günahlardan arınma ve kurtuluş,

4. Ahirette, felaha, huzura ve rahata kavuşmaktır.

İhlas hakkında yukarıdaki bilgilerden anlıyoruz ki, şeytanın insanları çekmek istediği kötülükler, fenalıklar, günahlar ve dünya hayatının süsleriyle insanın aldatılmasının önüne ancak ihlas ile geçilebilir. Amelleri boşa çıkarmak için nefsin birçok yöntem ve aracı vardır. Nefsin en gizli afetlerinden biri, övülmekten hoşlanmasıdır. Çünkü biraz övgü görse, gökleri ve yeri üzerine yüklesen çeker ama, övgü olmayınca tembelleşir, başarısız kalır. Şeyhlerden biri yıllarca mescidin birinci safında namaz kılarmış. Bir gün bir engel nedeniyle arka safta namaz kılmak zorunda kalmış. Bundan sonra bir süre görünmez olmuş. Nerede olduğunu soranlara: – Ben şu kadar yıl namaz kıldım, bunları ‘ihlas’ ile kıldığımı sanıyordum. Bir kez geç kalıp da arka safta namaz kılınca halkın beni arka safta görmesinden, kalbimde bir gariplik hissettim. Anladım ki ömrüm boyunca riya içinde namaz kılmışım. O kıldığım namazları kaza ettim.

Tasavvufçulara göre ‘ihlas’, Allah (c.c.) için yapılan işlerde halkı aradan çıkarmak ve amelleri sadece Allah (c.c.) için yapmaktır. Başka bir deyişle ihlas, kulun oturmasını, kalkmasını, devinmesini, bütün hareket ve durgunluğunu Allah (c.c.) için yapmasıdır. İhlas’ın temeli doğruluktur. Sıdk ile ihlas arasındaki fark, birincisinin asıl gövde, ikincisinin de dal olmasıdır. Sıdk eylemden önce de olabilir, fakat ihlas eylemle birliktedir.

İbn Fard’ın Kasidesinin şerhinde, ihlas üzerinde şu bilgiler verilmektedir: ‘Kuldan çıkan her eylemin, bir yaratıklara, bir de Yaratan’a dönük yönü vardır. Yaratana dönük tarafta olan kimseye muhlis, eylemine de ihlas denilir. İhlas ikiye ayrılır: İhlas, ihlasın ihlası. Kuldan çıktığı duruma göre de ihlas dört türlüdür:

1. Sözde İhlas: kulun, dilinden gelen her sözü, kendi nefsinin eylemleri için değil, Hak için yapılacak eylemlere yöneltmesi, yalnız Hak için yapılacak eylemlerden söz etmesi, kendi arzusunu değil, Hakk’ın düşüncesini gözetmesi: yani söylediği her sözü, yalnız Allah (c.c.) için söylemesi, halkın değerlendirmesini değil, Allah (c.c.)’ın değerlendirmesini düşünerek konuşmasıdır.

2. Fiilde ihlas: Yapacağı her eylemi, nefsinin yarar veya zararı gibi bir çıkar için değil, sadece Allah (c.c.) için yapması, Allah (c.c.) ‘ın rızasından başka bir şey düşünmemesidir.

3. Amelde ihlas: İbadetleri yaparken de nefsin çıkarını, ahiret sevap ve cezasını hesaba katmadan yalnız Allah (c.c.) rızası için yapmaktır.

4. Halde ihlas: Gaybdan kalbe gelecek halleri halkın bakışına değil, Hakk’ın bakışına sunması, halkın varlığını ve değerlendirmesini asla düşünmemesidir.

Cüneyd-i Bağdadi’ye göre ihlas, Allah (c.c.) ile kul arasında bir sırdır. Melek bilmez ki yazsın, şeytan bilmez ki bozsun, heva bilmez ki eğsin. [19]

İhlası elde etmenin yolu, insanın sürekli olarak, kendisinin ve evrendeki herşeyin Allah (c.c.)’ın yaratığı olduğunu, mülkün sahibinin yalnızca O olduğunu, kısa bir süre içinde yaşadığı dünya hayatının hesabını O’na vereceğini düşünmek ve bunun dışında her şeyi gönlünün dışında tutmaktır.

[1] Beyyine sûresi, 98/5.

[2] Zümer sûresi, 39/11.

[3] Zümer sûresi, 39/2-3.

[4] Zümer sûresi, 39/14-15.

[5] Hac sûresi, 22/37.

[6] A’raf sûresi, 7/29.

[7] Buhâri, İlim/45.

[8] Buhari, Cihad, 15; Nesâi, Cihad, 21; İbn Mâce, Cihad, 13.

[9] Buhâri, Müslim.

[10] Müslim, İbn Mâce.

[11] Yûsuf sûresi, 12/24.

[12] Beyyine sûresi, 98/5.

[13] Hicr sûresi, 15/40; Sâd sûresi, 38/83.

[14] Sâffât sûresi, 37/40, 74, 128, 160.

[15] Meryem sûresi, 19/51; Yûsuf sûresi, 12/24; Sâd sûresi, 38/45, 46.

[16] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ.

[17] İbnu Mace, Mukaddime, 18.

[18] Nesâî, cihad, 24.

[19] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ.

İHSAN

‘İhsan’ kelimesi, ‘hasene’ kökünden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İnsan ahlâkının iki yönü vardır: Birincisi; başkasına iyilik etmek, nimet kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak, İkincisi; amelde ihsan, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek, (örneğin Allah’ı) veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak.

Kur’an’da, “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı.” [1] denilmekte ve ‘ihsan’ kelimesi kullanılmaktadır. Eğer insanlar hep ‘ihsan üzere’ olurlarsa, yani hep güzel işler yaparlarsa davranışlarını ‘ihsan’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak (ihsan) görürler, güzellikle karşılık görürler. İhsan ahlâkı, adaletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adalet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsan’da ise hakkından daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık vermek anlayışı vardır. Adaletli olmayı dinimiz bir farz ve bir gereklilik olarak müslümanlara emrediyor. Ancak ihsan, bundan daha kapsamlı ve üstün olduğu için onu hem emrediyor, hem de fazlasını tavsiye ediyor.

İhsan sahibi olmak menduptur. İhsan sahibi olanları Allah (c.c.) ‘muhsin’ diye tanımlıyor ve onları övüyor. “Kim, din yönünden iyilik edici (ihsan sahibi) olarak yüzünü Allah a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” [2] Allah (c.c.), ihsan sahibi olan Muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve ahirette iyilik verir. [3]

İhsan, aynı zamanda Allah (c.c.)’ı görüyor gibi ibadet etmektir. Meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz (s.a.v.) ‘ihsan’ı şöyle tanımlamıştır: “İhsan, Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” [4] Burada bizzat Allah (c.c.)’ı görmek değil, Allah (c.c.)’ın sıfatlarını, Rabbliğini ve azametini göz önünde bulundurmak amaçlanmaktadır.

Mümin, ibadetini ihsan üzerine yapar, yani ibadetini amacına ve hikmetlerine uygun olarak en güzel şekilde yapar. Bu da Allah (c.c.)’ı görüyor gibi bir duygu içerisinde olmakla mümkündür. İhsanın Önemi Mümin, yalnızca ibadet değil, bütün davranışlarında ihsan üzerinde bulunur. Hatta bir hayvanı boğazlarken bile ‘ihsan’ ile, şefkat ile boğazlanması emredilir. Yapılan iyiliklerin ‘ihsan’ üzere olabilmesi için, ibadetlerin Allah (c.c.) rızası için yapılması şarttır. Çünkü amellerde, ibadetlerde gözetilen amaç budur. Ana-babaya ihsan edilmesi emrediliyor. Çünkü onlar çocuklarına çocukluk ve gençlik dönemlerinde yeterince ihsanda bulunmuşlardır. [5]

Halk arasında, yapılan maddi yardımlara da ‘ihsan’ denildiğini hatırlayalım. Yoksullara veya muhtaçlara yardım etmek, ‘ihsanda bulunmak, ihsan etmek’ şeklinde adlandırılmaktadır. Müslüman, insanlara güzellikle, ‘ ihsan ahlâkı’ ile davranır. İbadetlerini ihsan şuuru ile yapar, kendisine yapılan ‘ihsan’ları ile iyilikleri, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin inkâr etmez, ihsan’a ihsanla karşılık verir. [6]

Mümin kimse, ihsan sahibi olmasının (muhsin olmasının) karşılığını yine ilahi ihsan olarak yalnızca Rabbinden bekler. [7] İhsan Sahibi Kimseler Allah (c.c.) muhsinleri sever. [8] Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri layık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsan’da bulunan demektir. Müminler inandıkları Rabblerinden öğrendikleri ihsan ahlâkı ile, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar. [9]

Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah (c.c.)’ın razı olacağı şekilde güzel ve takvaya uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve yararsız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler. Kur’an, Allah (c.c.)’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı gibi [10] onlara müjdeler verildiğini [11] ve Kur’an’ın onlar için bir rahmet olduğunu açıklıyor. [12]

Muhsin olarak özlerini hakka bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar. [13] Allah (c.c.) müminlere adaletle beraber ‘ihsan’ı da emrediyor. [14] Allah (c.c.) insanlara ihsanla davrandığı gibi onlarında ihsan sahibi olmaları en güzel şeydir. [15] “Allah adaleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder, her türlü ahlaksızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir.” [16]

Cuma hutbelerinin sonunda hatipler tarafından okunan bu ayette, dünya ve ahiret düzenini sağlayan, üç güzel ahlâk emredilmekte; düzeni bozan üç kötü ahlâk da yasaklanmaktadır. Emredilen güzel huyların başında, dinin ruhu olan ‘ihsan’ gelmektedir. İslâm ahlâk sisteminde bu kadar önemli bir yeri bulunan ‘ihsan’ kavramının değişik türevlerinde kullanılan kelimeler, müslümanların çocuklarına verdikleri isimler de olmuştur. İhsan, Muhsin, Tahsin, Hasan, Hüseyin, Muhsine kelimeleri asırlardan beri müslümanların ismi olagelmiştir.

Her Müslüman, din kardeşinin gizli ve açık yerlerde, sevinçli ve kederli günlerinde malıyla ve canıyla yardım ederek hizmetine koşmalıdır. Mümin kardeşi yoksul ve tardıma muhtaç ise onun ihtiyaçlarını istemeye gerek bırakmaksızın karşılamalıdır. İşte bütün bunlar ihsan ahlâkının uygulamalarıdır.

[1] Secde sûresi, 32/7.

[2] Nisa sûresi, 4/125.

[3] Bakara sûresi, 2/195.

[4] Buhari, İman, 37.

[5] İsra sûresi, 17/23.

[6] Bakara sûresi, 2/195.

[7] Rahman sûresi, 55/60.

[8] Al-i İmran sûresi, 3/134,148.

[9] Nahl sûresi, 16/127.

[10] Nahl sûresi, 16/128.

[11] En’am sûresi, 6/154.

[12] Lokman sûresi, 31/3.

[13] Lokman sûresi, 31/22.

[14] Nahl sûresi, 16/90.

[15] Kasas sûresi, 28/77.

[16] Nahl sûresi, 16/90.

İHTİYAT

‘İhtiyat’, gerçekleşmesi beklenilen bir konuda ileriyi düşünerek tedbirli ve hazırlıklı olmak, kendisini korumak, tehlikeye ve günaha düşmekten sakınmak, ölçülü davranmak demektir.

Allah (c.c.)’ın haklarıyla ilgili konularda ihtiyatla hareket etmek caiz, kul haklarıyla ilgili konularda ise caiz değildir. Örneğin, namaz insanlar üzerinde Allah (c.c.)’ın bir hakkıdır. Kılınan bir namazın sahih olup olmadığı fıkıh açısından şüpheli ise ihtiyatla hareket edilip bu namazın iade edilmesi, yani yeniden kılınması gerekir. Çünkü üzerine gerekmeyen bir şeyi eda etmek, üzerine gerekeni terk etmekten daha iyidir. Hâlbuki kul haklarıyla ilgili bir konuda örneğin, tazminat ödenip ödenmeyeceği şüpheli olan bir durumda ihtiyatla hareket edilip tazminat ödenmesi gerekmez, çünkü şüphe ile tazminat ödenmez, kesinlik olması gerekir.

Diğer yandan ayet ve hadisle konulan had cezaları şüphe halinde düşer. Hz. Peygamber şöyle buyururlar: “Gücünüzün yettiği kadar, şüphelerle hadleri düşürünüz” [1] Bu durumda, şüphe bulunduğu halde cezanın uygulanması ihtiyat sayılmaz. Yemesi veya içmesi haram olan bir madde ile tedavi konusunda, dinin emir ve yasaklarını bilen müslüman doktorların ağırlık kazanan görüşleri, haram olan maddeyi (ancak o konu ve gerekli miktarı ile sınırlı olarak) helal kılar. Burada ‘zaruretler sakıncalı olan şeyleri mübah kılar’ kuralı işletilir.

İhtiyata uyuyorum, diye tedaviden kaçınmak caiz değildir. Çünkü Kur’an-Kerim’de: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız.” [2] buyurulmuş, Hz. Peygamber (s.a.v.) de “Tedavi olunuz” [3] buyurmuştur. Bazı İslâm bilgilerine göre, su bulamayan kimsenin vakit namazlarını kaçıracağından kuşkulanması halinde, teyemmüm edip, namaz kılması, daha sonra kaza etmesi daha ihtiyatlıdır. Çünkü bu, namaz borcundan yüzde yüz kurtulmayı ifade eder. [4] Başka bir örnek, öğle ve ikindi namazlarının vakti meselesidir.

Ebu Hanife’den gelen sağlam görüşe göre, öğlen vakti güneşin zevalinden, yani gökyüzünün ortasından batıya meylettiği zamandan, gölgenin iki misli olduğu ana kadardır. Ancak Ebu Hanife’den başka bir rivayete, Ebu Yusuf, Züfer ve İmam Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, öğlenin vakti, gölge bir misli oluncaya kadardır. Diğer yandan Ebu Hanife’den ; ‘Eşyanın gölgesi bir misli olunca öğlenin vakti çıkar, fakat iki misli olmadıkça ikindinin vakti girmez’ görüşü de nakledilmiştir. Bu duruma göre, bir misli ile iki misli arasında şüpheli ve boş bir vakit var, demektir. Bu ihtilafı çözmek ve sonuçtan emin olmak için ihtiyatlı davranmak tavsiye edilmiştir. Burada ihtiyat; öğleyi gölge bir misli olmadan kılmaktır. Böylece bu iki namaz ittifakla vakitlerinde eda edilmiş olur. [5] Ancak şüpheden kaçınmak endişesiyle her ihtilaflı olan konuda ağır olanını almak ihtiyat sayılmaz ve İslâm’ın ‘kolaylaştırın, zorlaştırmayın’ prensibiyle bağdaşmaz.

İhtilaflı olan konularda yapılacak olan şey, delillerin incelenmesidir. Daha sağlam delil ortaya çıkınca ona göre amel edilir. Bu araştırmayı kişi kendi yapamıyorsa, “Eğer siz bilmiyorsanız, bilenlere sorun” [6] diye buyurulan ilahi emre göre o konuda uzman bir bilgine sorarak, sonuca ulaşabilir. Gözleri görmeyenlerin ihtiyatsızlığı sonunda kendilerini düşürebileceğinden zararlarının giderilmesi kolay olur. Halbuki dini ve dünyevi işlerde ve özellikle ülkelerin yönetiminde ihtiyatsızlık edip büyük zararlara neden olanların bu kayıplarının giderilmesi kolay olmamaktadır. Bundan dolayı her işte ihtiyatı (tedbiri) elden bırakmamak gerekir.

Hatta savaşta düşmana üstün gelip kesin sonuç alınacağı sırada bile ihtiyatla hareket etmelidir. İhtiyat üzere hareket edenler her ne kadar davranışlarında yavaş gibi görünürlerse de ulaşılması gereken hedefe ihtiyatsızlardan önce ulaşırlar. İhtiyatsızların başarıyı engelleyici şeytanı, kendi acelecilikleridir. Dünyada herkese güven duymakla görevli sayılmayız. İlişki kuracağımız ve kendisiyle bir iş yapacağımız kişi hakkında iyi kişilerden olduğunu, güvenilir kişi oluşunu duymuş olsak bile ‘belki duyduklarımızda yanlışlık, eksik veya fazlalık vardır. Kişileri ve konuyu biraz inceleyelim.’ demek her ne kadar Sû-i zan hükmünü alırsa da günah sayılmaz. ‘Peşin karar sû-i zandır’ sözü bu ifademizi kuvvetlendirir. [7] [1] Ebu Davud, Salât, 114; Tirmizi, Hudud, 2. [2] Bakara sûresi, 2/195. [3] Tirmizi, Tıb, 2; Ebu Davud, Tıb, 1, 11; İbn Mace, Tıb, 1. [4] İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar. [5] İbn Abidin, a.g.e. 1/359. [6] Nahl sûresi, 16/43. [7] Tasvir-i Ahlâk, A. Rıfat.

İKRAM

‘İkram’, başkasına değer vermek, ona nimet sunmak ve onu yüceltmektir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim (a.s.) ile ilgili şu olay anlatılırken buyuruluyor: “Elçilerimiz, İbrahim’e müjde getirdikleri zaman: ‘Selam’ dediler. O da ‘Selam’ dedi; çok geçmeden hemen elçilere kızarmış bir buzağı getirdi. Onların ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve içine bir korku düştü. ‘korkma, dediler, biz Lut kavmine gönderildik.’ Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz de ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da (torunu) Yakup’u.” [1]

Bu ayetlerde Allah (c.c.)’ın, meleklerini, mesajını iletmek üzere Hz İbrahim (a.s.)’e gönderdiği anlatılmaktadır. Hz İbrahim (a.s.), insan kılığında kendisine gelen melekleri, konuk sanarak yemek hazırlar, önlerine kızartılmış buzağı koyar. Fakat gelen konukların ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce içine korku düşer. Çünkü gelen kişinin, önüne konan yemeği yememesi, genellikle düşmanlık anlamına gelir. Tanımadığı kişilerin bu tutumlarından dolayı acaba bir kötülük yapmak için mi geldiler, diye düşünmüştür.

Melekler İbrahim (a.s.)’e tasalanmamasını ve kendilerinin Lut (a.s.) kavmini helak etmek için gönderildiklerini bildirmişlerdir. Ayetlerde konuklara ikram etmenin adabı da öğretilmektedir. Hz İbrahim (a.s.) konukların selamını almış, onlar farkına varmadan evindeki en değerli ikramı hazırlamış ve nezaketle ‘Buyurmaz mısınız?’ demiştir. İkramdan sonra konukların ziyaretlerinin sebebini sormuştur. “Zü’l-Celâl-i ve’l-ikram” [2] Büyüklük ve ikram sahibi anlamında olup Allah (c.c.)’ın güzel isimlerindendir.

Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Misafiri gece yatırmak ve onu ağırlamak her müslümana farzdır. Eğer misafir, adamın evinin çevresinde (yemek ve yataktan) yoksun olarak sabahlarsa, ev sahibinin üzerinde alacaklı olur. Dilerse alacağını tahsil eder, dilerse etmez.” [3]

Yine Resûlullah (s.a.v.) bir hadisinde: “Allah’a ve ahiret gününe inanan misâfirine ikram etsin.” buyurmuştur. [4] İlk Müslümanlar evlerini ve mallarını Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret ettiklerinde, Medine’deki müslümanlar (Ensar) onlara kucaklarını açtı, evlerini ve mallarını onlarla bölüştüler. Böylece Kur’an’da övülen seçkin kişiler oldular: “Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine’yi yurd edinenler veya ilkönce hicret edip Medine’ye yerleşen müslümanlar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)lerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (göç eden yoksul kardeşlerin) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar umduklarına erenlerdir.” [5]

Hz. Peygamber (s.a.v) hicretten sonra muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik oluşturdu. Bunlardan birini bir diğerine kardeş ilan etti. Ayette bildirildiği gibi, Ensar, Mekkeli kardeşlerini canlarından daha çok seviyordu: Ensar, muhacir kardeşlerine büyük fedakârlıklar gösterip aşırı derecede ikramda bulunuyorlardı. Hatta muhacirleri paylaşamıyor, aralarında kur’a çekiyorlar, kur’a kime çıkarsa muhacir ona gidiyordu. Muhacirler de bu samimi çabaları takdir edip istismar etmeyi bu tür yardımları ihtiyaçları oranında kabul ettiler.

Cömertliğin üstünlüğü ve cimriliğin kötülüğü hakkında birçok hadis-i şerif vardır: “Rasûlullah (s.a.s) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi.” “Kendisinden bir şey istendiği zaman kesinlikle hayır demezdi. ” O, şöyle buyurmuştur: “Cömert Allah’a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah’tan uzak, Cennetten uzak, insanlardan uzak, cehenneme yakındır. Cömert câhil, cimri abidden Allah’a daha sevgilidir” [6]

İkram ve İyilikte Öncelik Hakkı

Dinimiz, ikram, hürmet ve yardım edilecek kimseleri sıraya koymuş, bu sıraya uyulmasını istemiştir: “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin, Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez.” [7] Özellikle anne-babaya “yumuşak, güzel söz” söylenmesi emredilmiştir. [8]

1. İnsanlara toplum içindeki durumlarına göre davranmak, onlara ikram ve hürmet konusunda da peygamberimiz ve onun temiz zevceleri en güzel örnektir: Hz. Aişe (r.a) bir seferde bir yere konakladı. Ortaya yiyecek bir şeyler koydu. Bu sırada bir dilenci geldi. Hz. Aişe (r.a.) ‘şu fakire bir ekmek verin’ dedi. Sonra binek üzerinde bir adam geldi. Hz. Aişe (r.a.) ‘Onu yemeğe davet edin’ dedi. Ona ‘Fakire ekmek veriyorsun, zengini ise davet ediyorsun?’ denildi. Hz. Aişe şöyle dedi: ‘Şüphesiz Allah Teala insanlara bazı dereceler tayin etti. Bizim de bu derecelere uymamız lazımdır. O fakir bir ekmeğe razı olur. Halbuki bu zengine, ona verdiğimiz gibi, ekmek vermek bize yakışmaz.’

2. Hz. Peygamber (s.a.v.) evlerinden birine girdi. Ashabı da girdi. Evi doldurdu. Sonra Cerir b. Abdullah el-Becelî geldi, yer bulamadı. Kapıda oturdu. Resûlullah (s.a.v.) hırkasını çıkardı ona verdi ve “bunun üzerine otur” buyurdu. Cerir (r.a.) onu aldı yüzüne sürdü, öpüp ağlamağa başladı. Sonra katlayıp Peygamber (s.a.v.)’e verdi ve şöyle dedi: “Senin elbisen üzerine katiyen oturmam. Bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram etsin.” Peygamber (s.a.v.) sağına, soluna baktı ve şöyle dedi: “Size bir toplumun büyüğü gelince ona ikram ediniz. ”

3. “Sütannesi geldiğinde peygamberimiz (s.a.v) ona hırkasını serdi: ‘Merhaba ey anne’ diyerek onu hırka üzerine oturttu ve şöyle dedi: ‘İste, istediğin verilecek, yardım talebin kabul edilecek.’ O, ‘kavmimi istiyorum’ dedi. Resûlullah (s.a.v) “Benim hakkım ve Haşimoğullarının hakkı senindir” buyurunca diğer insanlar da kalkarak: ‘Bizim hakkımız da (onun olsun) ya Resûlallah’ dediler. Peygamber (s.a.v.) bundan sonra sütannesini ziyaret etti, ona hizmetçi verdi, Huneyn’deki iki hissesini ona bağışladı.” [9]

Fakirleri doyurmak, yoksullara yardım etmek müminlerin en başta gelen özelliklerindendir. Münafıklar ve inkârcılar fakire yardım elini uzatmadıkları gibi onu hor görürler: “Dini yalanlayan (adam)’ı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmağa ön ayak olmaz” [10] [1] Hud sûresi, 11/69-70. [2] Rahman sûresi, 55/27, 28. [3] Ebu Davud, Edeb. [4] Riyâzü’s-Salihin, Nevevi, Terc. H.H. Erdem, II, 119. [5] Haşr sûresi, 69/9. [6] Tirmizi, Birr, 40. [7] Nisâ sûresi, 4/36. [8] İsrâ sûresi, 17/23. [9] İhya, Gazali. [10] Mâun sûresi, 107/1-3.
İLİM

‘İlim’, insanın duyu organları ile elde ettiği veya Allah Teâlâ’nın vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde yorum bulunmayan kesin bilgilere denir. İslâmî terminolojide ilim terimi; genelde ‘bilgi’ kelimesini karşılamak için kullanıldığı gibi, herhangi bir bilim dalını ifade için de kullanılır. Örneğin; kelam ilmi, tefsir ilmi gibi. Aynı şekilde, ilim ve bilgi terimlerinin bazen marifet kelimesiyle karşılandığı da bilinir. Cürcâni, ilim için şu tarifleri de yapar: ‘İlim; bir şeyi olduğu gibi idrak etmektir.

Bilgisizlik bilginin zıddıdır. Bilim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. İlim, nefsin, bir şeyin manasına ulaşmasıdır. Düşünen ile düşünülen arasında hususi bir alakadır.’ [1] İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan irfan ve marifet kavramı, daha özel bir anlam taşır ve daha çok araçsız bilgiyi, seziyi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. İlim, insana ahiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuz) bilgiler topluluğudur. İslâm’da ilmin ilk doğuşu; düşünmeden (basitçe), bir yol göstericiye başvurmadan elde edilir.

İnsan, yaşı ilerledikçe sebeplerine başvurularak, düşünülerek, bir delille ilim elde etme yollarının var olduğunu anlar. Toplu olarak söylersek; birisi araçsız yolla doğrudan elde edilen ilim, diğeri araç ile elde edilen ilim vardır.

1. Araçsız ve Aracısız İlim Her insan kendi özellikleri ile kendi cinsleri arasında farklı ve ayrı yanlarıyla yaratılır. Doğal olarak var olan özellikleri bilmek, bireylere doğrudan, araçsız verilen bilgilerdir (ilimdir). İnsan, açlık, susuzluk, keder, neşe, korku, vb. duyguları; çocuk, süt emmeyi; kuş uçmayı, balık, yüzmeyi doğrudan öğrenir. Siyah ve beyazın da diğer renklerin de aynı şey olmadığı ve bir çok şeyin varlığı araçsız ve aracısız olarak bilinir. Bu yolla genelde fiziki ve maddi şeyler görülerek öğrenilir.

2. Araçla Öğrenilen İlim Bu çeşit ilim ise genel olarak akıl ve his aracılığı ile öğrenilen ilimdir. Araçlı ilimler, maddi olmayan, veya var olduğu halde görünüşte maddi şekli bulunmayan, fizik ötesi dediğimiz ‘gayb aleminden’ fikir, zihin yoluyla öğrenilir. İnsanda bulunan beş duyu (görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma) ile maddi şeyler hakkında ( duyular vasıtasıyla) bilgi edinilir. Bir şey görünce şekil; bir ses işitince ses, bir şey koklayınca koku, ağzımıza bir şey alınca onun tadı, bir şeye dokununca onun yumuşak ve sert oluşu vs. hakkında araçlı bilgiler ediniriz. Ancak hastalık halinde tatlı, acı gibi gelir. Tren ve başka araçla giderken çevrenizdeki varlıklar geriye gidiyor sanırız. Bu gibi bazı yanılmalar dışında, duyular aracılığıyla, düşünerek, zihni bilgiler ediniriz. Ayrıca inceleme ve araştırma yoluyla da şüpheleri gideren doğru bilgilere ulaşırız.

İlimler farklı bakış açılarına göre şu kısımlara ayrılabilir:

Dinî ilimler: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in getirdiği ilim.

Dinî olmayan ilimler: Maddi, dünyevi ilimler.

Ayrıca din, aklî ve dünyevi ilimler olarak veya zahir (dünya hayatını tanzim eden) bâtın (ebedi hayatı tanzim edici) ilimler olarak da kısımlara ayrılırlar.

İslam akâidine göre insan üç yoldan ilim elde edebilir:

1- Havass-ı selime (sağlam duyu organları): Bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deri olmak üzere beştir. Bu duyu organları kusur ve hastalıklardan uzak (sağlıklı) olduğu taktirde kendileriyle elde edilen bilgiye güvenilir.

2- Haber-i sadık (doğru haber): Bu bilgiler ikiye ayrılır:

a- Mütevâtir haber: Yalan söylemek üzere birleşmeleri akla göre mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu bir haberdir. Bundan şüphe edilemez. Örneğin, bugün Avustralya kıtasının varlığını gözlerimizle görmesek bile çok sayıda kişi tarafından haber verildiği için tereddütsüz kabul ederiz.

b- Haber-i Resûl: Allah (c.c.) tarafından gönderilen hak peygamberlerin (a.s.) vermiş olduğu haberler ve söylemiş olduğu şeylerdir.

3- Akıl: İslâm dini akla büyük önem vermiş, onu ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir. Bir şey akılla düşünmeden hemen bilinirse buna ‘bedihi’ bilgi denir. Düşünerek bilinirse ‘istidlali bilgi’ denir. İslâm dini ilme, okumaya ve bilgiye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber ((s.a.v.)’e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerin öğreten Rabbin sonsuz lütûf sahibidir.” [2]

İslâm, insanın yaratılışına uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın dini görevlerini yerine getirecek, helal ile haramı, hak ile batılı birbirinden ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): “İlim tahsil etmek her müslüman erkek ve kadına farzdır.” [3] buyurmuştur. Tıp, ekonomi, mühendislik ve teknoloji gibi toplum için gerekli olan her türlü bilgiyi öğrenmek farzı kifayedir. Bu tür ilimler toplumun bazı bireyleri tarafından öğrenilirse bu farzı yerine getirmiş olur. Fakat hiç kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah (c.c.) katında sorumlu olurlar.

Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise mekruhtur. İslâm dini kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur’an-ı Kerim’de sadece ilim kelimesi yüz beş kez zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüz elli dokuzu bulmaktadır. Ayrıca ‘akıl, fikir, zikir’ gibi kelimeler de Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla zikredilir. İslâm’a göre ilim ve hikmet, müminin kaybolmuş malıdır; mümin, yerine ve söyleyene bakmaksızın onu nerede bulursa alır. Her fenalığın, hatta küfür ve şirkin başı bilgisizlik ve cehalettir.

Küfrün ne demek olduğunu bilen bir kimse kafir olamaz. Şirkin ne demek olduğunu bilen, başkalarını Allah (c.c.)’a ortak koşamaz. Allah (c.c.)’tan başkasına ibadet edemez. Bunun içindir ki Kur’an “Sakın cahillerden olma.”; “Kulları içerisinde Allah’tan ancak alimler korkar.” [4] “Körle gören bir olmaz. Karanlıkla aydınlık da bir olmaz. Gölge ile sıcak da bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin.” [5] buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de ilmin her çeşidi övülür, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” İslâm, ilmin, ilim adamının ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir.” [6] buyurulur.

Fatır sûresinin 19-22. ayetlerinde, bilgin insanın nasıl bir manevi ışık olduğu, ona nasıl bir ruh ve bilinç verildiği çarpıcı benzetmelerle anlatıldıktan sonra yukarıda geçen ayet gelmektedir: “Allah’a derin saygı duyanlar, ancak O’nun bilgin kullarıdır.” Allah (c.c.)’ın insanın yararına sunduğu çeşitli meyveleri, değişik renk ve biçimlerde görünen dağları ve diğer doğa varlıklarını, canlıları yarattığı anlatıldıktan sonra, en çok bilgin kullarının Allah (c.c.)’a derin saygı duyacaklarının belirtilmesi, hayvanları, insanları ve doğa varlıklarını inceleyen bilginlerin, bunların kör doğanın eseri olamayacağını; kendi kendine oluşamayacağını, bunları bir planla ve hikmetle düzenleyip yaratanın bulunduğunu anlayacakları ve O yaratıcıya derin saygı duygularıyla dolacakları anlamına gelir.

Böylece ayet, ilim adamlarının yapacağı derin araştırmaların, insanı Allah (c.c.)’a inanmaya ve ibadete götüreceğini anlattığı gibi, ilmin de önemini belirtmektedir. İlim insanı Allah (c.c.)’a saygıya götürmüyorsa, o gerçek ilim değildir. O ilim, sahibini olgunlaştırmamış ve gönlünü, kalbini aydınlatmamış demektir. [7] Peygamber (s.a.v.) de hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “İlim tahsil etmek maksadı ile bir yola giden kimseye Allah Teala Cennet yollarından açar.

Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzuları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan herşey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır. Onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [8] “Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır.” [9] İslâm’da ilim, Allah (c.c.) rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir.

Peygamber (s.a.v.), dualarında: “Allah’ım, bana öğrettiklerinden beni faydalandır. Bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.” [10] “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” [11] buyururdu. Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetlerinin anahtarı ilimdir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâm ve ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir, demek mümkündür. Dünya, ahiretin tarlası ve Allah (c.c.)’a giden yolun başlangıcıdır. Dünya düzenini ayakta tutmak için bildirilen bir takım yasalar vardır. İşte bu dünyada insanların ekonomik, sosyal, dini ve dünyevi bütün durumlarını düzenleyeceği ve insanları birleştirici kuvvet sadece ilim yolu ile kazanılır. İlim, nefisleri helak edici ahlâksızlıklardan temizler; insanları aydınlatarak güzel ahlaka kavuşturur ve ahiret yolunun aydınlanmasını öğretir.

İlim, ayrıca Allah Teala’nın kemâl sıfatıdır. Peygamberlerin ve meleklerin şerefi ve değeri ilimden gelmektedir. Allah (c.c.)’ın huzuruna ilim ile gidilir. İlim tek başına faziletin de kendisidir. Alim (ilim adamı) ise, bilmeyen kalabalıklara gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.” [12] ilahi emrine muhatap olan peygamberin izindedir. İlmi Gizlemek İlim adamları, (alimler) sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir eylem midir ?

Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü müslümanları da kapsamak üzere bazı ayetler vardır. İmam Suyuti ‘ed Dürrü’l- Mensur’ isimli eserinde, İbn Abbas’dan rivayet ettiğine göre, Muaz b. Cebel ve bazı sahabeler yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat’taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi kabul edenim, çok esirgeyenim.” [13]

Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında ‘recim’ (taşlama) cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır. Nitekim bir ayette buyurulur: “Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar.” [14] Ancak İslâmi hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e iman ederek yolunu düzelten ve Allah (c.c.)’ın Peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar bunun dışındadır. Bunlar İslâmi hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri taktirde Allah (c.c.) onların tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.

Ayet-i Kerime’nin hükmü yalnız Ehl-i Kitaba değil; aynı zamanda Allah (c.c.)’ın ayetlerini gizleyen ve İslâm’ın hükümlerini açıklamayan herkesi içine alır. Çünkü ayetin ifade biçimi, usûl (metodoloji) alimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Ebu Hayyan şöyle demiştir: ‘Açıkça anlaşılıyor ki, özel iniş sebebi olsa bile ayetin genel anlamı, ehl-i kitap (yahudi ve hristiyanlar) olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Ayet, Allah (c.c.)’ın dininden olup ta yayılmasına ve duyrulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen herkesi içine alır.’ Aşağıdaki hadis bu ayeti tefsir eder. Hadiste şöyle buyurulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” [15]

Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebu Hureyre (r.a.)’nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Eğer Allah (c.c.)’ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir hadis rivayet etmezdim.’ Ebu Hureyre bundan sonra ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuştur. [16] Diğer yandan bazı alimler, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki ayete dayanarak, Kur’an-ı Kerim okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre ayet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse yerine getirmesi kendisine gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için maddi bir ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah (c.c.)’a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret de caiz olmaz. Ancak, sonraki (müteahhirun) alimler ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını düşündüler ve dini ilimlerin eğitim, öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler. “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir” [17] buyuran sevgili peygamberimiz (s.a.v.)’in, Medine’de yaptırdığı ilk mescidin yanında bir de okul açtırması, Bedir savaşında alınan esirleri, her biri on Müslüman çocuğuna okuma-yazma öğretmek şartıyla serbest bırakması, O’nun ilim ve öğrenmeye verdiği önemi göstermektedir.

Yukarıda belirtilen bu ilahi açıklamalar gösteriyor ki, nübüvvet (peygamberlik) mirası olan ilim, türü ne olursa olsun iman ile barışık durumdadır. İlim ve iman kesinlikle birbirinden ayrılamaz. Gerçek anlamda ilim, insanı inançsızlığa değil imanlı olmaya götürür ve Yüce Yaratıcı’nın huzurunda boyun eğmeye vardırır. İlim ve imanı birbirinden ayıran insan, dudakları ürperten, ayı, güneşi karartan, yıldızları puslandıran, denizleri kurutan, dağlara dahi korku ve zulüm saçan bir hayasızlık örneği verir. Bunun içindir ki, gerçek müminler, ilimle imanı hiçbir zaman birbirinden ayırmamışlardır. İmanları ilimlerine, ilimleri de imanlarına ışık tutmuştur. Zaten gerçek ilim sahipleri de, tarafsız bir ilmin, Allah (c.c.) nizamını tereddütsüz olarak onaylattığını açıkça görürler.

İslâm’ın ilme verdiği değeri ve önemi çok iyi anlayan ve bunu gereklerini yerine getiren Müslümanlar, kendi çağlarında en yüksek medeniyetler kurmuşlar, bütün insanlığa ışıklar saçıp onların dünya ve ahiret mutluluğuna erişmesine yardımcı olmuşlar ve bunu asla bir sömürü ve baskı unsuru olarak da kullanmamışlardır.

İlme, okumaya ve öğrenmeye, ilerlemeye bu derece önem veren bir dinin mensubu, bir peygamberin ümmeti olmalarına rağmen son asır Müslümanları; eğer atom bombasını bulamamışlar, uzay araştırmalarında gerekli yeri alamamışlar, bilgisayar ve elektronik sanayinde yarışı başkalarına vermişlerse ve diğer ilim dallarında ön sıralarda değiller ise, onlar bu halleriyle, Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.)’nün bu konudaki emirlerine aykırı hareket eden, derin bir uykuya yatmış ve korkunç bir tablo çizmektedirler. Gerçek ilim sahibi, İslâm’ın aydınlık yolunda yürümeyi en büyük şeref bilen, inkar ve zorbalık zincirlerini kıran, gönlünde Kur’an ilmi aydınlıklarını taşıyan faziletli insandır.

Gerçek ilim sahibi, kalbindeki Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) aşkı ile, dünyanın ahirete doğru uzanan bir geçiş köprüsü olduğu şuuruna eren, bu köprüde kendisini hesapların en incesiyle hesaba çeken akıllı insandır.

[1] Cürcâni, et- Ta’rafat s. 160/167. [2] Alak sûresi, 96/1-5. [3] İbn Mace, Mukaddime, 17. [4] Fatır sûresi, 35/28. [5] Fatır sûresi, 35/19-22. [6] Mücadele sûresi, 58/15. [7] Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş. [8] Ebû Davud, İlim. [9] Ebû Davud, İlim. [10] Tirmizi, Daavât, 128. [11] Tirmizi, Daavât, 68. [12] Maide sûresi, 5/67. [13] Araf sûresi, 7/157. [14] Bakara sûresi, 2/159/160. [15] İbn Mace, Hakim. [16] Ebu Hayan, el-Bahru’l Muhit, I, 454. [17] Tirmizi.

İLTİFAT

‘İltifat’, insanların hoşa giden güzel sözleri söylemek ve onlara ikramlı davranmak demektir. Riyakârlık sınırlarına varmamak kaydıyla Müslümanların birbirlerine güzel söz ve davranışlarla aralarındaki sevgi ve kardeşliği daha da güçlendirmeleri onların güzel ahlâkındandır.

Peygamber Efendimiz sık sık insanların gönlünü alır, onlara iltifat ederdi. Özellikle yetenekli, fedakâr, akıllı ve İslâmi hizmetlerde gayretli olan sahabilere yaptığı değişik iltifat dolu sözlerle onları sevindirirdi. Onlar da bu iltifat sonucu çocuk gibi sevinir ve adeta bayram ederlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) değişik biçimlerde sahabîlerine iltifatlar yapardı. Onlara yakınlık gösterir, gönüllerini hoş eder, sevindirirdi. Bazen olur, kalkar bizzat evlerine gider, evlerini şereflendirirdi. O’nun bu ziyaretleri sahabîler için dünyada en büyük mutluluktu.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in iltifatı, insanların hayatlarında unutmadıkları, unutmayacakları, akıllarından çıkarmaları mümkün olmayan bir ikramdı. Büyüklere ayrı, küçüklere ayrı, yetimlere ayrı, yakınlara ayrı, özetle herkese konumuna, durumuna kişiliğine göre iltifatlarda bulunurdu. İleri yaşlarda olmasına rağmen çocukluk yıllarındaki bir Peygamber iltifatına bakınız.

Yusuf bin Abdullah nasıl anlatıyor? ‘Peygamber Efendimiz bana ‘Yusuf’ adını verdi ve beni kucağına alıp mübarek eliyle başımı okşadı.’ Peygamberimiz (s.a.v.) özellikle kabile reislerine, bir kavmin büyüğüne, sözü sohbeti yerinde, ağırlığı ve etkisi olan şahsiyetlere ayrı bir değer verir, onun İslâm’a bağlanması için en yakın ilgiyi ve alâkayı eksik etmezdi. Münzir, Bahreyn’de yaşayan bir kabilenin reisiydi. Kabileden yirmi kişi ile birlikte Medine’ye Peygamberimiz (s.a.v.)’i ziyarete geldiler. Peygamberimiz onları Mescid-i Nebevide kabul etti. Kendilerine çok yakınlık gösterdi. Onlara İslâm’ı anlattı ve hepsi de Müslüman oldu.

Münzir, Peygamberimiz (s.a.v.)’e birçok sorular sordu. Hepsinin de cevabını aldı ve memnun oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) Münzir’i çok sevmişti. Kendisine şöyle iltifat etti: “Gerçekten sende iki huy vardır ki, Allah onları sever.” – Yâ Resûlallah, bunlar nelerdir, diye sordu. “Bunlar yumuşak huyluluk, hoşgörülü olman ve hayâdır.” buyurdu. – Bunlar benim yaratılışımda mı var, yoksa yeni mi oldu, dedi. “Hayır, senin yaratılışında var.” buyurdu. – Beni bu iki huy üzere yaratıp da onları seven Allah (c.c.)’a hamd olsun, dedi. Münzir çok sevinmişti.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in yakın iltifatına ve övgüsüne ermişti. Kendisini Allah (c.c.)’ın sevdiğine Peygamberimiz (s.a.v.) tanıklık ediyor ve bu güzel müjdeyi veriyordu. Bundan daha büyük mutluluk olabilir miydi? Daha sonra Münzir İslâm’a çok hizmet etti. [1] [1] Peygamberimizin Örnek Ahlakı, M. Paksu.
İltifat yada diğer adıyla kompliman insanların hoşuna giden sözü etmek, söylediklerini alkışlamak, hareketlerini takdirle karşılamaktır. Burada kırmızı çizgi yalana müracat edilmemesi, haddi aşmaması, riyaya bulaşmaması, bu iltifat sonucu haksız kazanımlar yaratılmamasıdır. Ayıp aramamak, tebessüm etmek, iyi zanda bulunmak, onore etmek sünnettir fakat sınırlar konusunda dikkatli olmak gerekir.

Ve gerekir ki o kişi iltifata layık olsun, diğer yanlarıyla da örnek olsun. Poh pohlamak dediğimiz yardakçılık sınırları aşıldığı anda hak etmediği halde iltifat edilen kişi zamanla kibirlenir ve zulme dalar. O kişiye iltifatlar yağdırarak azdırmak ta iltifat edenler için tehlike çemberidir. Dinen baktığımızda ise dindarın huylarını, müminin alışkanlık ve iyi davranışlarını öne çıkarmak iyi birşeyken dinci dediğimiz münafıkları yok yere şişirmek onların zulme daha çok dalmasına neden olur ki bunda bizim de katkımız bulunur.

İyi söz söylemekle yalan söylemeyi karıştırmamak gerekir. Yoksa o kişiye iyilik yapalım derken kötülük ederiz.

İNFAK

‘İnfak’, Allah (c.c.) yolunda harcama yapma, birini besleme, geçimlik (nafaka) verip geçindirme anlamlarına gelir.

Bir kavram olarak ‘nafaka’; gerek yakın akraba ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para ve geçimlik vermek, onların geçimini sağlamak ve beslemek demektir. Geçimlik için ve zorunlu olarak harcanacak paraya ve gıda maddelerine ‘nafaka’ adı verilir. Türkçe’de, kişinin kanun gereği geçindirmek zorunda olduğu yakınlarına mahkeme kararıyla bağlanan aylığa da ‘nafaka’ denir.

İnfak, kapsamı geniş bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim, müminleri tanıtırken; onları ‘Allah yolunda infak edenler (harcayanlar)’ olarak tanıtıyor. İnfak edenleri sürekli övüyor, ödüllerinin büyük olduğunu belirtiyor. İnfak’ın Önemi İslâm’a göre ‘bütün mülk’ (mallar ve zenginlikler) Allah (c.c.)’ındır. İnsan, o mülk üzerinde yaşar, onu kullanır, geçimliği için harcar, sonunda o mülkün nöbetini başkasına bırakır ve ahirete gider. İnsanlardan bazıları çok mala, bazıları da, muhtaç olacak kadar az mala sahip olabilir. Kimileri hastalık ve sakatlık yüzünden yeteri kadar mal kazanamaz. Üstelik çok mala sahip olmak bir sınav nedenidir. Allah (c.c.) insanları ilimle, sağlıkla, malla, geniş imkânlarla, çocuklarla sınamaktadır. Malı insana veren Allah (c.c.), bu maldan muhtaçlara ve elimizin altındakilere de vermemizi emrediyor.

Bir müslüman aile reisi, hanımına, çocuklarına, anne ve babasına zorunlu olarak bakar. Bu üç grubun nafakası, aile başkanının görevidir. Bunlardan başka, dedesine, ninesine, torunlarına, amcasına, halasına, teyzesine, dayısına eğer muhtaç iseler infak etme durumundadır. İnfak etmek isterse, ilk önce bunlardan başlaması gerekir. Allah (c.c.) varlıklı müslümanlara, Allah (c.c.) yolunda harcama yapmalarını da (infak etmelerini) emrediyor:

“Ey inananlar, ne alış-verişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcayın.” [1] “Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın.” [2]

İnfak’ın en güzeli kişinin çok sevdiği maldan yaptığı harcamadır. İnsanın mala ve dünyalığa meyli fazladır. Onları çok sever, daha çok olmasını da ister. Yalnızca Allah’ın (c.c.) emrettiği sevabını umarak, insanlara iyilik etmenin mutluluğunu yaşayarak o sevdiği maldan bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermek, çok önemli ve övgüye değer bir fazilettir:

“Sevdiğiniz şeylerden Allah (c.c.) yolunda harcayıncaya kadar Cennete ve iyiliğin en güzeline (birr)’e ulaşamazsınız.” [3]

Kişi sevdiği şeylerden az olsun çok olsun, muhtaçlara verdiği zaman bu ayette müjdelenen ‘iyiliğinin en güzel’ derecesine, yani ‘birr’e ulaşmış olur. İnfakın en faziletlisi ise kişinin, muhtaç olan akrabalarına yaptığı yardım ve harcamadır. Kişi, ailesinin bireylerinin geçimini sağlamak üzere harcama yaparsa bu da, onun için bir sadaka olur.

İnfak Kime Yapılır?

Müslüman insan önce kendisi için infak etmelidir. Çünkü vücut ona emanettir ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamak müslümanın görevidir.

Hayatı devam ettirmek, ibadet yapabilmek ve başkalarına yardım edebilmek, bedenin sağlıklı ve dirençli olmasına bağlıdır. Müslüman sonra da başkalarına infak eder. Başkaları ise da iki gruptur:

a- Kişinin, bakmakla yükümlü olduğu kimseler. Bunlar da evlenme ve akrabalıklar dolayısıyla yardım edilmeye uygun olan kimselerdir. Müslüman kişi eşine, anne-babasına, çocuklarına ve yukarıda sayılan diğer akrabalarına infak etmek zorundadır. Bu onun üzerine bir farzdır. Çünkü Kur’an bu görevi Müslümana veriyor. Ayrıca evlerde hizmetçi olarak bulunan kimselere de ev reisinin bakması gerekir.

b- Müslüman insanın, Allah (c.c.) rızası için O’nun yolunda yaptığı harcamalar. Bu çeşit infak da farzdır. Kişi, gücü yettiği kadar, ihtiyaç oldukça başkalarına infak eder. Müslümanın, yakın akrabasına yapacağı infakın, vereceği nafakanın günün şartlarına göre olması gerekir. İslâm’ın aile ve toplum hayatına getirdiği ölçülerin en güzellerinden biri de infak duygusudur.

Bu ahlâk sonucunda hem ailedeki görevler yerine gelir, hem de toplumda kişiler arasında denge sağlanır, insanlar arasındaki sevgi bağı artar. İslâm’ın, insanlar arasındaki dayanışmaya getirdiği en önemli tedbir ‘infak ahlâkı’dır. İnfakla insanlar emanetin ne olup olmadığını anlarlar, onunla yoksullara ulaşırlar, onunla imanlarını kuvvetlendirirler, onunla sevgi bağları kurarlar, onunla toplumsal dengeyi sağlarlar, onunla kıskançlığı, düşmanlığı ve bir anlamda başkasının elindekine göz koymayı önlerler, onunla hırsızlığı, rüşveti, haksızlığı azaltmaya çalışırlar, onunla dünya kazancı karşısında küçülmezler, aksine yücelirler. Onunla malın tutsağı değil, malın yöneticisi olurlar ve onunla Allah (c.c.) rızasını kazanırlar. Müslüman aileleri ve müslüman toplumları ayakta tutan en önemli bağlardan biri infaktır. Bu ahlâkı yeterince yaşamayan evler ve toplumlar çökerler.

Modern toplumlarda insanlar daha bencil ve daha cimri olduklarından infak anlayışı yok olmak tehlikesi ile karşı karşıyadır. Batılı ülkelerdeki egoizmin ve sevgisizliğin bir sebebi de bu mu, diye sorulabilir. Elindeki nimetleri başkasıyla bölüşemeyen katı yürekli bir insan, zaman içinde kendisi muhtaç duruma düştüğünde elbete yardımı hak etmeyecektir. İnfakı unutan veya hiç bilmeyen günümüz insanına bu yüksek ahlâkı yeniden öğretmek gerekir. İnfak, bütün nimetlerden, Allah (c.c.)’ın kullarını yararlandırmaktır. İnsanlara ulaşan ve onların yararına olan her şey de nimet sayıldığına göre; kişi onlardan da gerektiği zaman infak edebilmelidir. İslâm dini, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya büyük önem vermiştir. Zekât ve sadakayı en önemli ibadetlerden saymış, Peygamberimiz (s.a.v.), buna o kadar önem vermiş ki, komşusu aç iken karnını doyurup yatanı müslümanlardan kabul etmemiştir.

Kur’an-ı Kerim de, müminlerin niteliklerini sayarken: “Onların mallarında isteyenin ve yoksulun bir hakkı vardır.” [4] der ve müminleri sık sık infak etmeye, yani Allah (c.c.) rızası için müslüman yoksullara, ihtiyaç yerlerine, hayır kurumlarına yardım etmeye teşvik eder; infak ile malın azalmayıp aksine artacağını; şeytanın, insanı sadaka verince malın azalmasından korkuttuğunu; oysa Allah (c.c.)’ın sadaka karşılığında mağfiret ve malı artırma vadettiğini bildirir [5] ve der ki: “Ey inananlar, ne alış-verişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce size verdiğimiz rızıktan Allah için harcayın…” [6] “Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla birr’e (iyiliğin en yüksek derecesi) eremezsiniz. Ne harcarsanız mutlaka Allah (c.c.) onu bilir.” [7] “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir (tohum) tane(si)nin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (‘ın lutfu) geniştir, (O) bilendir.” [8]

İnfak deyimi, Kur’an-ı Kerim’de değişik türevleriyle (77) âyette geçmektedir. Bütün bu âyetlerde, maddi değerlerin hayır yollarında harcanması teşvik edilmekte, ayrıca harcama yerleri, harcama şekilleri, infakta bulunan müminlerin nitelikleri ve infaka yanaşmayan inkârcıların durumları açıkça anlatılmaktadır. Kur’an, infak konusunda bize orta yolu tavsiye eder. Nitekim Allah (c.c.): “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma; sonra kınanır (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” [9] buyurarak cimri olmayı hoş görmediği gibi, infakta bulunan kişilerin malını büsbütün saçıp savurarak sonunda başkalarına muhtaç duruma düşmesini de uygun görmemiştir.

Mâlî bir ibâdet olan infak’ın Allah (c.c.) tarafından kabul olması için aşağıdaki şartlar bulunmalıdır:

1. İnfaka konu olan mal, öncelikle Allah (c.c.) rızası için verilmiş olmalıdır. Çünkü böyle bir niyetle yapılmayan infakın kabul edilmeyeceği âyetlerde açıkça belirtilmiştir. [10]

2. İnfak edilecek mal, helal kazançla elde edilen maldan verilmelidir. [11] Haram yollarla elde edilerek infak edilen malın sevabı yoktur.

3. Malın en değerli olanından infakta bulunulmalıdır. Eğer yalnızca elden çıkarılmak için bir mal infak edilmişse, bunun Allah (c.c.) katında fazla bir değeri yoktur. Çünkü böyle bir infakın insanı, iyiliğin ve hayrın kemal noktasına ulaştırması mümkün değildir. Buna göre infakta bulunulan mal ne kadar değerli ise, infakta bulunan kişi o ölçüde sevap kazanır ve Allah (c.c.) katında yüksek dereceye erişir. [12]

4. İnfakta bulunan kişi, sahip olduğu malda toplumun ve özellikle yoksulların hakkının bulunduğu bilincinde hareket ederek [13] yaptığı iyiliği başa kakmamalı ve bu yöndeki harcamalarını gönüllü yapmalıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de müslümanları infaka teşvik etmiş, özellikle kamu yararına dönüşecek hayırlar, sadakalar bırakanların amel defterlerine sürekli sevap yazılacağını bildirmiştir: “İnsan ölünce ameli kesilir. Yalnız üç şey yapanın: geriye sürekii sadaka, yahut yararlı bilgi veya kendisine dua edecek iyi bir evlad bırakanın sevabı devam eder.” [14]

5. İhtiyaç sahiplerine ihtiyaç zamanında vermek. İhtiyaç sahipleri zamana ve şartlara göre değiştiği gibi, şahıslara göre de değişir. İhtiyaç sahiplerini arayıp bulmak ve onların yardımına zamanında koşmak, dindar kimseleri tercih etmek ve dini yönden davranışlarını düzeltmelerini şart koşarak infak etmek infak edenin dikkat etmesi gereken hususlardır.

6. Sıhhat ve afiyette iken vermek. İnsanın yaşlanıp yaşlanmayacağını, gelecekte sağlığının nasıl olacağını Allah (c.c.) bilir. İnfak etmeyi biraz daha yaşlanıncaya kadar ertelememek ve ilk fırsatta infak etmek gerekir. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Bir adama Resûlullah (s.a.v.)’e gelerek hangi sadaka sevap bakımından daha büyüktür? Diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Sen sağlam, sıhhatli ve muktedir olduğun vakit ve fakirlikten korkup zengin olmayı temenni ettiğin anda verdiğin sadaka.” [15] Bunun için sağlıklı iken infak daha çok sevap kazandırır. Sağlıklı iken malı elden çıkarmak insana zor gelir. Nefis ve şeytan, insanın malı elinden çıkarmasına engel olur, uzun ömür sözüyle onu korkutur ve sürekli ihtiyaç gösterir. [16]

7. Gücü yettiği kadar vermek. Kur’an-ı Kerim buyuruyor: “Varlıklı bir kimse, nafakayı varlığına göre versin. Rızkı ancak kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allah’ın kendisine verdiğinden versin. Allah kimseye verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık verir.” [17] Bunun amacı, kendini ve çoluk çocuğunu ihmal etmemek, kendini tehlikeye atmamaktır. Zaruri ihtiyaçları karşılaması ve sefalete düşmemesi gerekir. Yine Kur’an’da “… sana hangi şeyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: ihtiyacınızdan artanı (verin)..” [18] buyurulmaktadır. Bütün servetini getirip tasadduk ettikten sonra oturup halka el açmak kötü görülmüştür. [19]

8. İnfak etmekte acele davranmak. Hayır ve hasenatta acele etmek daha çok sevap kazandırır. Çünkü acele edilmezse o hayır ve hasenat fırsatı elden çıkabilir. Dolayısıyla onun sevabından yoksun kalınmış olunur. Müslümanın sadaka olarak vermeye niyet ettiği mallar, bu niyet nedeniyle artık kendi malı olmaktan çıkmış ve emanet mal haline gelmiştir. Emanetin sahibine ulaştırılması için de acele etmek gerekir.

9. İnfakı gizlice yapmak. Farz ibadetlerin açıktan yapılması tavsiye edilirken, nafile ibadetlerin gizli yapılması daha faziletli görülmüştür. Çünkü farzlar İslâm’ın şiarlarıdır. Müslüman bunları zaten yapmakla mükelleftir. Onun için de bu ibadetlere riyanın karışması ihtimali azdır.Ancak infak ve sadaka nafile ibadetlere girdiği için bunlarda gizli davranılması daha uygundur.

10. Verdiğinden bir karşılık beklememek. Kur’an ayetlerinde hayır yapma teşvik edilirken, bu esnada kalp kırılmaması, Allah (c.c.)’ın rızasından başka bir şey beklenmemesi, kalben bile bir beklenti içinde olunmaması istenmektedir. Sadaka verilen kimse hiçbir şekilde minnet altında bırakılmamalıdır.

11. İnfaktan geri dönmemek. Allah (c.c.) için yapılan bir infaktan geri dönmek asla hoş karşılanmaz. Çünkü, bir nevi yaptığı iyilikle alay etmek ve istikrarsızlıktır. Bu da Müslüman kişiliğine yakışmaz.

12. Allah (c.c.)’ın ismini anarak isteyene vermek. Sadaka isteyen dilencilerin durumlarını incelemek ve ona göre infak etmek gerekir. Bunların bir çoğu dilenciliği, ihtiyacını gidermekten çok bir meslek haline getirmişlerdir. Bu şekilde dilenciliği meslek edinen ve bunu ‘Allah rızası için’ cümlesiyle de izzete uymayan bir noktaya getiren insanlara infakta bulunulmaz. [20]

İslâm Medeniyeti tarihi incelendiğinde, müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalarda, saymakla bitmeyen câmiler, okullar (medrese), köprüler, imaretler, aş evleri, çeşmeler, su kanalları gibi eserleri inşa ettikleri ve bunları kamu (toplum) yararına infak ettikleri görülmektedir. İşte bu eserlere İslâm literatüründe “sadaka-i cariye” (sürekli işleyen sadaka) denilmektedir. İşte müslümanları bu eserleri bırakmaya teşvik eden duygu, onlardaki infak arzusudur.

Dinlerine en içten duygularla bağlı olan bu müslümanlar, yalnız kendi zamanlarında değil, dünya durdukça insanlara hizmet edecek olan hayırlı eserler bırakmışlardır. İşte bu eserlerle birlikte Vakıf kurumları ve eserleri doğmuştur. Vakıf, sözlükte, bir şeyi durdurmak demektir. Dini bir terim olarak ise, bir malı mülkiyetten çıkarıp faydalarını özel şartlar içinde, sürekli olarak bir hayır yönüne tahsis ederek saklamaktır. Vakfeden kimseye vâkıf, vakfedilen mala mevkûf, vakfın tahsis edilen hayır yönüne de mevkufun aleyh denir. Malını vakfetmek isteyen, mahkemeye başvurarak bunu kayda geçirir, vakfın şartlarını tesbit eden bu zabta “vakfiye” denir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendisi vakıf yaptığı gibi kendisinden sonra Dört Halife ve bir çok sahabi de vakıf yapmışlardır. Zeyd b. Sabit’in: ‘Gerek hayatta olan ve gerekse vefat etmiş olan için vakıftan daha hayırlı bir şey görmedik. Ölü ise devamlı sevaba ulaşır, hayatta ise de mal hapsedilir, satılmaz, bağışlanmaz, miras kalmaz. Bu suretle tüketilmesine güç yetmez olur.’ dediği rivayet olunur. Hayır kurumları, toplumdaki sosyal ve ekonomik dengeyi sağlama hedefine yöneliktir. Bir kısım insanlar yoksulluk ve sıkıntı içinde kıvranırken, ötekilerin servet ve lüks içinde yüzdüğü, fakirlere el uzatılıp yardım edilmediği bir toplumda dirlik ve düzen olmaz.

İşte Müslüman atalarımız, İslâm’ın emrettiği hayır ve hasenatı yapmak suretiyle geçmişte toplumlarında dayanışmayı sağlamışlardır. Bu yüzden milletimiz, asırlarca sağlam bir toplum olarak yaşamıştır ve inşallah yaşayacaktır. Zengin fakiri gözetir, yemeğinden ona da yedirir, ona şefkat gösterirse; fakir de zengini sever, onu kıskanmaz, ona karşı kötü niyet beslemez. Toplumda bir sevgi ve dayanışma ruhu hakim olur. İnfakı unutan veya bilmeyen günümüz insanına bu yüksek ahlâkı yeniden öğretmek gerekir. İnfak ahlâkını kazanmanın yolu, dünya hayatı ve içindeki nimetlerin tamamının geçici ve insan hayatının çok kısa olduğunu düşünmek ve elindeki nimetleri paylaşmaktan zevk almaktan geçer.

Tüm ibadetlerde olduğu gibi infak etmede de esas sadece Allah rızasının gözedilmesidir. Diğer tüm niyetler nifakı boşa çıkarır.

[1] Bakara sûresi, 2/254. [2] Bakara sûresi, 2/267. [3] Al-i İmran sûresi, 3/9. [4] Zâriyât sûresi, 51/19. [5] Bakara sûresi, 2/268. [6] Bakara sûresi, 2/254. [7] Âl-i İmran sûresi, 3/92. [8] Bakara sûresi, 2/261. [9] İsrâ sûresi, 17/29. [10] Bakara sûresi, 2/264. [11] Bakara sûresi, 2/267. [12] Âl-i İmrân sûresi, 3/92. [13] Zâriyât sûresi, 51/19. [14] Buhâri, Müslim. [15] Müslim, Zekat, 92-93. [16] Kur’an’da İnfak, N. Temel. [17] Talak sûresi, 65/7. [18] Bakara sûresi, 2/215. [19] Ebu Davud, Zekat, 39. [20] Kur’an’da İnfak, N. Temel.

NOT: Bölüm içeriğinin hazırlanmasında islamahlaki.com sitesinden kapsamlı alıntılar yapılmıştır.

Bu yazıyı okudunuz mu?

vicdan

Vicdan Allah’ın kalplere koyduğu adalet terazisidir

Vicdan Allah’ın kalplere koyduğu adalet terazisidir Vicdan kalp sesidir. Dinleyene de dinlemek istemeyene de aynı ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir