Anasayfa / Global siyonizm / İblisin Ahdi – erken zamanlar
imanilmihali.com
İblisin Ahdi - erken zamanlar

İblisin Ahdi – erken zamanlar

Asırlar insanın ‘hayata cevap arayışlarını’ nasıl eskitemediyse, zulüm ve aldanışlarını da eskitememiştir. Bir yandan ilerlemek, medenileşmek ve konfora ulaşmak gayesi güderken, bir yandan kendisine altın tepside sunulan bu hayatı cehenneme çevirmekte hünerli insanlık, gelişimi başka hak ve özgürlüklerin üzerine çıkmak olarak anladığından ve açlıkları bir türlü doymak bilmediğinden, insanlık tarihi acılar ve savaşlar tarihi olmuştur. Oysa aynı tarih sevgiler, fikri inkılaplar ve peygamberler tarihidir.

Tüm faydalı ilerleyişlerin ardında her zaman en yüce yol gösterici akıl vardır ve vicdan hayatın sevgi ile yaşanmasına aracı kurumdur. En kötü işlerin ardında da akıl vardır ve nefis bazen en acımasız işlere imza atabilmektedir. Faydalı ve kötü işler arasındaki fark; insan ve şeytan olmak farkıdır.

Kötülük tarihinin ilk sayfası Kabil’in işlediği cinayettir. Sonrasında sıralı peygamberlerin gelmiş olması gösterir ki değişik coğrafya, lisan ve kültürlerle sınav edilmeye başlanan ümmetler nice Kabil’ler çıkarmıştır. Kötülük daima iş başındadır, zalim insan sulh ve selamet yerine bozgunculuk hevesindedir. İnsanlığın erken zamanlara dair bilgi birikimi maalesef faraziyelerden ibarettir. Ayetler de çok eski zamanlar yerine daha yakın zamanları ihbar eder ki mühim olan nerede, ne zaman yaşandığını değil, hangi gafletler sergilendiğini anlamaktır.

Sayısız ilkel yaşamın görüldüğü, teknolojiden uzak basit ve kısa ecelli bu dönemin, insanların ürkek ve kaba güce dayalı kötülerin egemen olduğu dönem olarak da izahı olasıdır. O dönemlerde dini emirlerin yazılı olmayışı sözlü rivayetleri artırmış, gerçek bile olsa buyrukların kulaktan kulağa aktarılışında deformeye uğraması neticesi kadim bilgiler mecburen sihre ve büyüye, tahtadan imal putlara, abartıya yaslandırılmıştır. Kişilerin ululaştırılması da bu dönemdedir. Ne var ki bunların ardında çoğu zaman tek değil, birçok tanrı vardır.

Bugün İlluminati veya dolar üzerindeki simgelerle özdeşleştirilen “Tek Göz” yani şeytan, her şeyi gören ve karanlığın yaratıcısı (!) varlık olarak MÖ. 3000 yıllarındaki tarihi eserlerde bile vardır, egemendir. Bu da demektir ki siyonizmin evveliyatı 5000 yıl öncesine dayanır. Kutsal kitapların bu akıma tabi insanları tevhide döndüremeyişinin büyük sebebi budur.

Yine bu dönemde sanatsal yapıların kutsal etiketli, kralların ilahlık iddialı ve yönetimlerin sihir kokulu olması gösterir ki batıl pek çok inanç bulunmaktadır. Yine yönetimlerin yapısı gösterir ki krallar hüccetten ziyade kudretle iş görmekte, zulümde sınır tanınmamaktadır, dinden habersiz kitleler sözlerle avutulmakta, sihirbazlar ve kahinlerce aldatılmaktadır. Ölüm ve sonrası, en büyük korku olarak döneme damgasını vurmaktadır.

O dönemlerden bugüne kalan pek çok eserin mazisi ve maksadı henüz anlaşılamamış olsa da ahiret bilincinin az çok var olduğunu söylemek mümkündür. Lakin kralların mücevheratla gömülmesi ahiret yaşamının maddi hayata benzer kılındığının göstergesidir. Yani ecel boyut değiştirmek değil fiziken yurt değiştirmekten ibaret sayılmıştır.

Kadim ve kehanet kaynaklı bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasına özel önem veren insanlık o dönemleri ilkel resim ve sembollerle tarif etmiştir ki bu semboller bugün mistizme sebeptir. Din adamları o devirde de vardır ve çoğu cinlerle irtibatta olan bu insanlar halka dini; büyüler, hükümdar buyrukları ve kendi inançları istikametinde çoğunlukla da gök cisimlerinden feyzle öğretmektedir.

Yine bu dönemde erişilmez, büyük tabiat ve kainat varlıkları ilah yapılmış, bunlar arasında güneş öne çıkmıştır. En görünen ve sürekli izleyen, üstelik gökte (yukarıda) olan güneş; yakıcı, kavurucu, susuz bırakıcı ama aydınlatıcı, karanlıktan sonra ferahlık verici vasıflarıyla hem iyi hem de kötü duyguların ilahı olmuştur. Lakin şer duyguları daha çok seven insanlık, güneşi en nihayetinde yaşamı şekillendiren varlık yani ilah pozisyonuna yükseltmiş ve maalesef şeytanla özdeşleştirmiştir. Korku ise daima ilah yaratmanın zirvesinde oturan bir etkendir.

İblis erken çağlardan itibaren aşağıda örnekleneceği gibi iş başındadır ve Firavun örneğinde olduğu gibi Krallara, din (Haman veya kahin) ve hazine (Karun) işlerinden sorumlu yardımcılarına özel ilgi duymaktadır. Bu üçlü kendi tarafına geçince de halkın kımıldayacak gücü kalmamaktadır. Yasaların yerleşik olmaması da keyfe keder zamanların bir diğer sebebidir.

Kadim eski dönemlere ait en meşhur olgu Nuh tufanıyla beraber kaçınılmaz olarak Mu ve Atlantis kıtalarıdır. Mu ve Atlantis tüm mistik uygarlıklar ve dinler tarihinde yer alan iki kıtadır. Hakkında çok az şey biliniyor olsa da bu iki kıta ve oradan dünyaya yayılan kollar ve bu kolların taşıdığı ilim seviyeleri mitolojik tüm efsanelerin ilgi alanı olmuştur. Bu iki kıtanın halkları konusunda başlıca iki görüş vardır; ilki bunların şu anki doğu ve batı blokları gibi sınırsızca silahlanan ittifaklar olduğu ve çıkardıkları bir savaşla kendilerini de yok ettikleri, ikincisi Atlantis’in şer güçlerin (şeytanların) ve Mu’nun salih güçlerin (insanların) yaşadığı yerler oluşudur. Atlantis’in ateş ve Mu’nun su uygarlığı olarak tarif edilmiş olması da bunu gösterir ama bu Mu insanlarının azmış olabileceği ihtimaline de engel teşkil etmez. Ne var ki Mu ve Atlantis’i şeytan ve cin kavramlarıyla ilişkilendirmek kaçınılmazdır.

Şeytanın tahtı denizlerdedir yorumu gereği insanların çoğu Bermuda Şeytan Üçgeninin esrarengizliğinin Atlantis’ten kaynaklandığını düşünür. Yine bazı kaynaklar, masonların sırlarının sanıldığı gibi Hiram ustadan değil ondan da önce Atlantis ilmi olduğunu söylerler. Eski çalışmalarda Atlantik okyanusunun ortasında gösterilen Atlantis kıtası, Amerika Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA) haritaları ve veri tabanlarından ve Jeofizikçi John K. Hall’den bir Rus petrol gemisinin 1980 yılında Doğu Akdeniz deniz tabanından topladığı verilerden çıkarttığı üç boyutlu verileri ve batimetrik (derinlik) haritalarını delil kabul eden Robert Sarmast’a göre doğu Akdeniz’de (levantine havzası) bugünkü Kıbrıs’la Suriye’nin arasında yer almaktadır. Bugünkü Kıbrıs, batan Atlantis kıtasının en üst noktasını oluşturur. (Kıbrıs açıklarında doğalgaz arama gayretlerine bu ihtimal üzerinden de bakmak gerekir.) Atlantis’ten sağ kalanların ağırlıklı olarak göç ettiği yer kabul edilen Mısır’ın, Atlantis’in bir kolonisi olduğu, tufandan sonra kurtulanların bir kısmının gelip medeniyeti yeniden inşa ettiklerine inanılır. Mısır ve Meksika uygarlıkları (Aztek, Maya vb.) arasında gözle görülür benzerlikler olması da aynı kökten geldiklerine işarettir. Kıtanın gizemleri ise hala saklıdır.

Anlaşıldığı kadarıyla Atlantis teknoloji olarak ilerlese de mükemmelliği yönetimde yakalayamamıştı. Büyücü kralları vardı. Bu krallar etrafa zarar verip, insanları köleleştiriyordu. Rivayete göre Atlantis’in zihin kontrol silahlarına (büyülerine) karşılık Mu’nun dev tahribatlı ışın silahları vardı.

Mu kıtası hakkında ilk bilgiler ise James Churchward’a dayanır. Naacal çözümlemelerini 5 kitapta toplayan James Churchward’a göre, Mu ana kıtasında 64 milyon kişi yaşıyordu ve bu insanların sembolizme dayanan tek tanrılı bir dini vardı. Yazıtlarda geçen, sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır’a da taşınmış olan “Ra” sözcüğü güneş anlamına gelip, daire ile ifade edilen güneş sembolüyle tek tanrıyı simgelemede kullanılıyordu. Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında “Ra-Mu” adıyla ifade ediliyordu.

Churchward’ın çözümlemelerinde, teknolojik olarak çok gelişmiş olan Mu uygarlığının diğer kıtalarda koloniler oluşturmaya başladığı, en bilinenlerinin Hindistan, Babil, Pers, Mısır ve Maya kolonileri olduğu ileri sürülüyordu. En büyük koloninin ise başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğu olduğu belirtiliyordu. Churchward, Çin’in Xian şehrine 100 km uzaklıktaki Qin Ling Shan dağlarında 400 piramidin bulunduğunu ileri sürerek, bunların Büyük Uygur İmparatorluğu’na ait olduğunu iddia ediyordu. (Böylece, Uygur İmparatorluğu’nun Mu uygarlığıyla ilintisini gösteren yazıtlar sonuçta Türk kökenini de Mu kıtasına dayandırmış oluyordu- ki bu konu Atatürk’ün de dikkatini çekmiş ve bir ekip tarafından araştırılmıştı.) Keza Uygur insanları ile ABD (Denver, Hopi yerlileri) yerlileri arasında da benzerlikler söz konusuydu.

İzleri ancak farklı kolonilerde bulunan yazıt ve tabletlerle sürülebilen Mu uygarlığının, Amerika’dan Mısır’a, Orta Asya’dan Mezopotamya’ya kadar yayılmış olduğu düşünülüyordu ve kıta dışındaki uygarlıklarda bulunan kitabelerde belirtildiğine göre Mu kıtası, bir deprem, tsunami veya tufan sonucunda yok olmuştu.

Ulu önder Atatürk, hayatının son yıllarında dil, tarih, kültür ve coğrafya çalışmaları kapsamında yoğun emek ve zaman harcamış, bilhassa Mu kıtasına yoğunlaşmıştı. O’na göre Orta Asya Türklerin anayurduydu ve Türkler oraya (tabletlere göre) Mu kıtasından gelmişti. Dolayısıyla Türk tarihi ve Türkçe bilinenden çok daha eskiydi ve Tahsin Mayatek sayesinde haberdar olduğu tabletlerle ilgilenmesi de bu nedenleydi. Lakin fani ömrü vefa etmedi ve çalışmaları yarım kaldı.

Atlantis ve Mu kıtalarının 12.000 yıl kadar önce şiddetli bir deprem ve tsunami sonucunda batarak yok olduğu konuyla ilgilenen her kesimden araştırıcının ortak fikridir. Bazı Tibet, Maya, Hindu belgeleri, söylencelerinde ve Tevrat gibi din kitaplarında ve mitoslarla karışmış efsanelerde ise, bu iki uygarlık arasında savaş çıktığı, bu savaşta bugün bile erişilemeyen düzeyde üstün silahların (bunların teknolojik değil büyüsel olabileceği göz ardı edilmemelidir) kullanıldığı, bu üstün silahların bir sıcaklık şokuna yol açtığı, böylece büyük depremlerin ve dev dalgaların (tsunami) oluştuğu ve bu kıtaların karşılıklı olarak aynı anda batarak yok olduğu ileri sürülüyor. (Ayrıca, Mu ve Atlantis halklarının Tanrıya ortak koşma, azgınlık, sapıklık, üstün genetik ve tıp çalışmalarıyla doğa olaylarının işleyişine karışmak ve teknolojiyi kötüye kullanmak gibi sebeplerle AD KAVMİ gibi helak edildiklerine ilişkin kabuller de mevcuttur.) Kurgusal olarak Nuh tufanı ile Mu ve Atlantis helakı birleştirilebilirse de kesin bir kayıt kayıt yoktur. Şayet sihir güçlü silahlar üretildiyse ve küresel bir savaş çıkartıldıysa, o zalim hükümdarlar insanlara eziyeti reva görüyorsa bu da şeytanın o zaman diliminde o coğrafyaya yılan gibi çöreklendiği anlamına gelir. Tıpkı bu zamanda süper güçlere musallat olup, şiddet ürettirdiği gibi.

Mu ve Atlantis’in genetik şifrelerini Mısır, Yunan, Aztek, Maya, İnka uygarlıklarında, hatta Orta Asya’da görmek mümkündür. Keops piramidinin ortasından itibaren geçen çizginin doğu ve batı anlamında Atlantis ve Mu kıtalarının sınırları olduğu da kabuller arasındadır.

Keops piramidi

Bu ilginç ve büyük piramit; arzın merkezi ile kuzey kutbuna eşit mesafededir. Piramitin yüksekliğinin çevresiyle çarpılıp sonra köşe sayısı (5) ile çarpılarak, yine OSİS, OSİRİS ve HORUS’un mukaddes sayısı olan ‘3’ ile çarpılınca fit cinsinden Nil nehrinin uzunluğunu verir. Piramitin yüksekliğinin bir milyar ile çarpımı dünyanın güneşe olan mesafesini verir. (93 milyon mil) Piramidin üzerinden geçen meridyen karaları ve denizleri eşit iki parçaya böler. Taban alanının iki katına bölünmesi Pi sayısını (3,14) verir. Piramitte dünyanın ağırlığını gösteren hesaplar vardır. Piramit aynı zamanda dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunur. Piramidinin koridor ve odaları öyle düzenlenmiştir ki geçmişin mühim olaylarını ve geleceği okumak mümkündür. Çünkü koridorları (zoll) hesap birimiyle ölçülüp yıllara çevrildiğinde Firavun odasında son bulmaktadır.

Bazılarına göreyse dev Keops piramidi koca bir dünya takvimidir ve bu takvime göre dünyanın sonu (2045) yaklaşmaktadır. (Maya takvimlerinde de 2045 sonrasına ait hesap bulunmamaktadır.) Piramitte ayrıca 1953’ten sonra yeni bir devrin başlayacağı da işaret edilmiştir. Tüm bu sırlar piramitlerdeki nübüvvet (Peygamberlik) imzası olarak adlandırılır. Nuh Peygamber gemiyi nasıl ilahi emirle yaptıysa bu piramitlerin de Yusuf Peygamberin imzası olması mümkündür. Yusuf Peygamber yedi yıl sürecek bolluktan sonra yaşanacak yedi yıllık kuraklığı bildirip dev silolar yaptırmıştı. Bu piramitlerin silo olduğuna dair kanıt yoktur ama o siloların nerede ve nasıl olduğu da bilinmediğinden ihtimal her zaman vardır.

Öte yandan piramitlerin ahiret sonrasına dair beklentiler ve firavun mantığı ile alakası kaçınılmazdır. Tabutun içerisine konan servetler de hayatın ve sonrasının nasıl para ile irtibatlandırıldığının ve dolayısıyla batılın nasıl egemen olduğunun da delilidir. Keza sembol kullanımı, mistik ayin kültü ve gizemler de o derin mabetlerde Güneş kimliğinde şeytana tapılmakta olduğunun işaretidir. O sembollerin çoğu bugünkü satanist ayinlerin vazgeçilmezidir. Mumyalamalar da bedensel bütünlüğün muhafazası içindir. Dönemin putları ise birden çok tanrının var olduğunun emaresidir.

Pompei

Kur’an’da helak edilen kavimler diye bahsedilmeyen ama tüm emareleri ile helak edildiği ortada olan Pompei halkının anlaşılması, yaratılıştan itibaren helak edilen nesillerin Kur’an’da bahsedilenlerle sınırlı olmadığını anlamak açısından önemlidir. Dolayısıyla şeytanın kandırıp azdırdığı nesillerin de.

“Ey Âdemoğulları! Ben, size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi? Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç düşünmüyor muydunuz?” (Yasin 36/60-62)

İbret dağı olarak adlandırılan Vezüv yanardağının patlaması ile tarihten silinen Pompei kenti, yok olmadan önce Lut kavmi gibi tam bir sefalet ve sapıklık merkeziydi. Fuhuş had safhadaydı. Halkın ve şehrin ölümü ‘aniden yok olma’ tarzında gerçekleşmişti. Şehir MÖ 70 yılında birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. 1790’da bir çiftçi tarlasını sürerken bulunan kalıntılarla tespit edilen Pompei’nin üzerinde 20-30 metre sıcak kül tabakası vardı ve ölenler bu nedenle heykel şeklinde kalmıştı. Oysa onları o halde öldüren lavlar değil sadece bir sesti! Başlarını çevirecek vakitleri dahi olmamıştı. Tıpkı helak edilen diğer kavimler gibi.

“Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.” (Hud 11/67)

Bahsedilenlerden başka bu dönemde ayrıca Nuh tufanı gibi hadiseler, Kur’an’da anılan kavim helakları, sayısız icat ve keşifler yaşanmış, medeniyet ilerlerken, pek çok peygamber gelmiş, insanlık kısa ömürlü tadillerle tanzim edilmiş ama sonrasında yine nefsine ve yönetenlerine tabi olmayı seçmiş, karanlık, bilinmeyen ve ölüm korkularıyla himaye arayışlarına girmiş, kötü ruhları var ve yenilmez kabul ederek, başa çıkmak yerine onlara sığınmayı seçmiştir. Bu ise o kötü ilahları daha da kabartmış ve sunulan kurbanlar daha da güçlendirmiştir.

Geçmiş zamanlara dair pek çok şeyi insanlık belki hiçbir zaman öğrenemeyecektir ama şu bilinmelidir ki teknoloji gelişse, dinler yazılı hale gelse, ömürler uzasa da insan aynı, kötülük aynıdır. Yani suçlu zaman değil insandır. Geçmiş ilkelliklerin ve batıl dinlerin, tüm inanç, ritüel ve sembolleriyle bugünkü semavi dinlere egemen kılınmaya çalışılması ise şeytanın gayesidir. O dinlerin büyü ve karanlık kokan pis kokulu kimliklerinin bugün gizli örgütlerce anayasa kabul edilmesi ise demektir ki iblis insanlığı daima kalplerden, din silahı ve din adamları ile vurmuştur, vuracaktır.

Bu yazıyı okudunuz mu?

Globalizm

Global veya küresel demek tüm yeryüzünü, içindekilerle, altındakilerle, üstündekilerle bütün olarak kaplayan demektir. Siyasi ve ...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir