Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bezr ederek saçıp-savurma. Çünkü bezr (israf) edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür. (İsra sûresi, 17/26-27)
İMAN PENCERESİNDEN İSRAF VE CİMRİLİK
Yüce Allah, (ne kadar süre olduğunun doğrusunu Allah bilir) milyonlarca yıl, milyarlarca canlıya hiç aksatmadan, nimeti ve rızkı, kimine az kimine çok ama hepsine verendir. Az verilenin sabır ve şükür ile kanaat etmesi ve doğruluktan ayrılmaması, çok verilenin infak ve şükür ile muhtaçlara yardım etmesi ve israf etmeden, şımarmadan, nefsine mağlup olup lükse dalmadan, azmadan ve Rabbini unutmadan şükrederek yaşaması Kur’an emridir.
İslamiyet’te para kazanmak için her yol asla mübah değildir. İçine haram bulaşmış para sahibine kederden ve hüsrandan başka bir şey vermez ve o parayla yapacağı hayırlarda kabul edilmez. Kim içine bir damla sidik bulaşmış havuzdan bir tas su içer ki? Bunun gibi kim içine bir damla olsun haram bulaşmış paradan nasip bekler? Dahası aşırı hırs, yalan ve hile asla imanlı kalplerin rehberi olamaz.
“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla (özü sözü doğru kimseler), şehitlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 4/69)
Para kazanmanın yolu; itidal ve adalet ölçüsünden, helal olandan, bir damla bile olsa harama bulaşmayandan, ahiret bilinci ile hak ve hukuk gözetip, vergi ve zekâtını, sadakasını vermekten, israf ile savurganlık arasında mutedil ve dengeli olarak yine helale harcamaktan geçer. Paraya ulaşınca da, rızkı verenin Allah olduğu unutulmadan, azmadan ve şımarmadan yaşamak, nimetlerden sorulacağı düşüncesiyle şükretmek, muhtaçlara yardım etmek olması gerekendir.
Zenginin, fakir ve muhtaçlara yapacağı yardımlar bir lütuf değil, rızkın kendilerine ait olanını fakirlere iade etmesidir ki bu bir hak iadesidir, farzdır, borcunu geri ödemektir.
Paraya kavuşanın azması, Hak’kı unutması ve doğru yoldan uzaklaşması ise şeytanın o fani kulu satın alması ve cehenneme sürüklemesidir ki Kur’an’ın yasakladığı toplum katmanı işte bu insanlardır. Para şeytanın en güçlü oyuncaklarından birisidir. Öyle ki para adeta ateş gibidir. Doğru kullanılmadığı zaman da, elden uçup gidince de, elde çokken de insanı ateşlere atıverir.
Şeytan insanı; elde yokken parayı süslü gösterip özendirir, yanlış açlıklara yöneltiverir. Varken daha fazlasını istetir, her yolu mübah kılar. Para çoksa kulu şımartır, kendisini daha büyük görmesini sağlar, yokluk günlerini unutturur, kibirlendirir, nimeti verenin Allah olduğunu değil de bileğinin hakkıyla kazananın kişinin kendisi olduğunu fısıldar kulaklara. Nefisler açtır, kanmaya müsaittir. Şeytan işte bu zaafı iyi kullanıp, yüklenir zayıf imanlı kullara ve kişiyi sonu ateş olan yolda kendisine asker yapar.
Sözün burasında Kur’an’ın “zenginlikten şımarmış ileri gelenler (Mele-i Mütref)” terimine göz atmak gerekir.
Bazı çevreler zenginlik ve şatafatı kendilerine bahşedilen bir lütufmuş veya bu imkân kendi hünerleriymiş ve hatta bu güç sayesinde dilediklerini yapmaya hakları varmış gibi yanlış bir kanaat içerisindedirler. Oysa rızkı ve nimeti dilediğine az dilediğine çok veren sadece Allah’tır ve herkes nimet ve rızıklardan mutlaka hesaba çekilecektir. Yine bu insanlar ellerindeki bu maddi güce güvenip Allah’a tevekkül etmeyi unuturlar. Bilmezler ki o çok güvendikleri altınlar, paracıklar, ekin bahçesi gibi bir anda kavurucu rüzgârlarla yok olup gidebilir.
Allah kendisine güvenilmesini, kendisinden beklenilmesini buyururken, maddi şeylere, dünyalıklara ve servete güvenenler, bununla azıp şımaranlar Allah’a iman konusunda zafiyet taşıyor demektir. Servetle tanışanların etrafına saçtığı şey, iyilik ve hayır değil de kibirlenme ve hor görme ise durum çok daha vahim demektir. İşte mele-i mütref denince anlaşılan kesim, para ile şımarıp Hak yolundan uzaklaşan bu tür toplum sınıflarıdır.
Hz. Peygamber’in (sav) yaşamı baştan sona fakirlikte sebat, zenginlikte şükür ile geçmiş tevazu ile bezenmiş bir yaşamdır ki risalet öncesinde bile kibirlenme, aşağılama, hor görme gibi basiretsizlikler Peygamberimizin hayatında hiç yaşanmamıştır.
Sözlükte “aşırı gitmek, gafil ve cahil olmak, yanılmak” gibi anlamlara gelen israf, dini bir kavram olarak, insanın sahip bulunduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi demektir. İslâm, insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda dengeli davranmasını istemiş, hem israftan, hem de cimrilikten kaçınılmasını öğütleyerek dengeli davranılmasını istemiştir.
“Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” (A’râf, 7/31)
“Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp savurma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup kalırsın.” (İsrâ, 17/29)
Cimrilik, kişinin nefsini meşru olan şeylerden yararlanmaktan mahrum bırakmasıdır. İsraf ise gereğinden fazla harcama ve tüketimde aşırı gitmektir. İsraf, fert, aile ve toplum hayatında onulmaz yaralar açar ve toplumsal bozulma ve çürümeye götürür. Bir Müslüman dünya üzerindeki maddî ve mânevî imkân ve nimetleri kendisine emanet edildiği bilinciyle tüketmeli, bu nimetler üzerinde kendisinin olduğu kadar toplumun diğer kesimlerinin de hakkı bulunduğunu unutmamalıdır. Cimrilik ve israf birbirinin zıddı olan fakat tasvip edilmeyen alışkanlıklardır. İkisinde de hem kişiye hem de topluma sayısız zararlar bulunmaktadır.
İsraf edilen bir tas suda, kirletilen havada, kesilen ağaçta para ile satın alınmış olsa bile tüm insanlığın ve hayvanatın hatta tabiatın hakkı vardır. Çöpe atılan ekmeklerde, lüks ve şatafat için harcanan bedellerde aç ve muhtaçların hakkı ve alacağı vardır.
Parasını biz ödemiş olsak ta başkalarının bu hakkını iade edemeyiz ve kısaca hak yemiş oluruz. Çünkü çöpe atılan bir ekmek ile başka bir aile bir gün doyabilecekken bizim bu eylemimiz, Kur’an hilafına, onları açlığa terk etmek, durumları ile ilgilenmemek ve elimizdeki para ve mallar ile haddi aşmak ve azmaktır.
İslam’ın emri; israf ve cimrilikten uzak durmak, hayırlarda yarışmak, dengeli ve tevazu ile yaşamak ama elindekini tamamen dağıtıp muhtaç hale de düşmemektir.
İsraf, İslâm’ın hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir (bk. el-Haşr, 59/7). Bu yüzden lüks, bir toplum için “şer” kabul edilmiştir. Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nasslar bulunmaktadır. Ancak temel gereksinimler ile israf etmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı pahalı giyim, gücünün üzerinde gereksiz harcama, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenleme, gösteriş ve hava atma maksatlı partiler gibi harcama ve yaşantıları anlamak lazım gelir. Unutulmamalıdır ki lüks ve israf haramdır.
Dengeli harcamanın, tevazu ile yetinmenin ötesi israftır. Başkasının kıskanıp haset veya gıpta edeceği her türlü ulaşılması zor şey (lüks arabalar, kristal kadehler, altın yazmalı kıyafetler, pahalı parfümler, yirmi beş odalı malikâneler, yatlar katlar, bankalarda bekletilen trilyonlarca liralar…) kula helal değildir. Bu eylem ancak başkasının hakkına el koymak, geleceğin teminatı olarak Allah’ı değil, banka hesabını görmektir ki bu durumda tevekkül edilen, Rab edinilen para olmaktadır. Bunun sonu da dipsiz karanlıklardır.
Kur’an ziynetlerin bile alenen gösterilmemesini ister. Bunda maksat olanın başkalarına büyüklenerek hava atmaması, olmayanların yokluktan gına edip kıskanmamasıdır. Çünkü kıskanılan şey o kişiye ne kadar helal olur tartışmalıdır. Kıskananın da gına etmesi sabrında açılan deliklerdir ki zafiyeti ifade eder.
Kur’an-ı Kerîm tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı âkıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur’an-ı Kerîm bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir.
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah’ın katındadır” (Âl-i İmrân, 3/14).
“Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; “Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz” demişlerdir” (Sebe’, 34/34)
İsraf, ferdin olduğu kadar topluma yön verecek otoritelerin de ve genelinde devletin de dikkat etmesi gereken bir husustur. Tüketen kim olursa olsun, gerekli ihtiyaç maddelerini cimrilik etmeden ama gereğinden fazla harcamamaya da dikkat etmek durumundadır.
Denge; toplumun her kesiminin namusuyla birbirine yakın zenginlik sınırlarında yaşamasına, tok ve emniyette olabilmesine, her Müslümanın sıradan günlük ibadetlerini rahat ve huzur içerisinde yapabilmesinde saklıdır. Bu açıdan bakıldığında birileri parası yok diye hacca gidemezken bazılarının bilmem kaç kere hacca gitmesi, birilerinin giyecek bir kıyafeti yokken bazılarının ithal pahalı kıyafetlerle ortalıkta dolaşması, birileri et yiyemezken birilerinin her akşam mangal partileri vermesi, birileri az bir ücretle çalışıyorken bazılarının o az ücreti her akşam içki sofralarında çarçur etmesi dengeyi bozan emsallerdir.
İslâm toplumunda ihtiyaçları zaruretler tayin eder. İslâm, kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki ilişkileri esasta israfın bertaraf edilmesi gereği açısından düzenler. İsraf yasağı temeli üzerinde oluşan İslâmî üretim tarzı, İslâm devletine tabi olanların beslenme, barınma, giyinme, ulaşım ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılamak hedefine yöneliktir. Bu kişi yaşam alanı içinde geçerlidir. Ana “prensip ihtiyaca evet, israfa hayır”dır.
Kazanılan paranın helal olarak elde edilmesi de, helal olana harcanması da esas olandır. Bu sınırlar dışına çıkıldığında zaten israf veya cimrilikten söz etmeye gerek bile yoktur.
Mülk Allah’ındır! İslâm, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınır getirmiş ve servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir.
İslâm’ın yasak ettiği her türlü harcama, -içki, kumar, uyuşturucu maddeler gibi- kişiye ve topluma hiçbir yararı olmayan ve insanı başkalarına muhtaç hale getirecek kadar ölçüsüz yapılan bağış ve harcamalar israf sayılmıştır. Maddî-manevî her türlü servet ve imkânın boşu boşuna harcanmasını israf olarak değerlendirmek mümkündür.
Sağlık, Allah’ın bize bir lütfu, bir nimetidir. Zaman yine bir nimettir. Sağlığımıza dikkat etmemek, zamanımızı boşa harcamak israftır ve bunun hesabı bizden sorulacaktır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, yakılan elektrik israftır. Bütün ümmete ait olan nimetlerin boşa harcanmasıdır.
Peygamberimiz (sav) çok sade bir hayat sürdürmüştür. O gençliğinde ve Hz. Hatice (r.anha) ile evlendikten sonra, ticaret yapmış ve varlıklı bir aile hâline gelmiştir. Buna rağmen o hiçbir zaman sade yaşantısını terk etmemiştir. Onun kıyafetleri, sade ve gösterişten uzaktı. Ev eşyaları konusunda da israftan sakınırdı. Onun evine, ihtiyaç olmayacak eşyalar satın alınmaz, ihtiyaç olan eşyalar kullanılırdı. Yiyecekler konusunda da israftan sakınılırdı. Evdeki ekmek artıkları atılmaz, mutlaka değerlendirilirdi. Yemekler israf edilmez, sofrada fazla çeşit bulundurulmazdı. Kızı Fatma (r.anha)’nın düğünü çok sade olmuş, lüks ve israftan kaçınılmıştır.
Bir gün Peygamberimiz (sav), sahabîlerden birinin abdest alırken suyu israf ettiğini görür. “Bu israf nedir?” diye sorar. Bunun üzerine sahabî, “Abdestte israf olur mu?” diye karşılık verir. Peygamberimiz (sav): “Evet, akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur.” buyurur.
Hz. Peygamber (sav),”Kibirsiz ve israf etmeden yiyiniz, içiniz, giyiniz ve sadaka veriniz.” sözü ile israfın yasaklığını ifade buyurmuştur. Dikkat çekici bulduğumuz şu olay İslâm’ın israf konusunda ne denli titiz olduğu hususunda bize yeterli fikir vermektedir:
Varlığımız ve iş yapma gücümüzün devamı için gerekli gıdaları almak, insanî olduğu kadar dinî bir görevdir. İnsan bu görevi yerine getirirken yeteri kadar gıdayı almak mecburiyetindedir. Yüce Dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır. İnsan karnını tıka basa, ölçüsüzce doldurmayacak, ama güç ve takatten düşecek derecede de aç durmayacaktır.
“Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”( Tirmizî, Zühd, 47. .V, .590. Bazı lafız farklılıklarıyla İbnu Mâce, Et’ime 50, II, 1111; Ahmed, IV, 132.) sözüyle haddinden fazla yemenin insanı sürükleyeceği zarara dikkat çekmektedir.
Kişilerin giyim-kuşamları malî imkânlarıyla ilintilidir. Hz. Peygamber (asm) varlıklı kimsenin, gurur ve gösterişten uzak kalmak koşuluyla, kendisine verilen nimetlerin belirtisini üzerinde hissettirmesinin Allah’ın hoşuna gideceğine işaret etmiştir. Ayrıca huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini, “Allah, kulunun üzerinde nimetin görülmesinden hoşnutluk duyar.”(Tirmizî, Edeb, 54, .V, .124.) buyurmak suretiyle uyarmıştır.
Varlığı yerinde olan kişinin temiz ve güzel giyinmesi, sahip olduğu nimetin kadrini yerine getirmesidir. Fakat güzel giyineceğim derken lüks ve gösteriş yönünden israfa kaçmamalı, henüz giyilebilecek elbiseleri, modası geçti düşüncesiyle zayi etmemelidir.
İnsan için en değerli mefhumlardan birisi zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, servet ve diğer birçok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı, gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de âhirette huzuru yakalayacaklardır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Asra yemin ederim ki insan ziyan içindedir…” (Asr, 103/1-2) buyurularak zamanın önemi vurgulanmıştır. Bu âyet, zamanın önemine işaret etmektedir. Sevgili Peygamberimiz (asm) de; “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”(Buhâri, Rikâk, 1, .VII, 170;Tirmizî, Zühd, 1, .V,.551.) buyurmak suretiyle, zamanın ve sağlığın önemine dikkat çekmiştir. Bir insanın Allah’ın verdiği ömür nimetini pervasız, korkusuz, lakayt ve sorumsuzca tüketmesinden daha üzücü ne olabilir?
Hz. Peygamber (sav); “Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe, bulunduğu yerden kıpırdayamaz.”(Tirmizî, Kıyâmet, 1, .IV, .612.) sözüyle, insanın sorguya çekileceği değerlerin başlıcalarına işaret etmiştir.
“Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür 102/8)
İsraf ve cömertliğin ölçüsü nedir?
İsraf nispi ve göreceli bir şeydir. Bazen bir mevki için israf sayılan bir alışveriş, başka bir mevki için normal, diğer bir mevki için ise az olabilir. Demek ki bulunulan mevki ve muhite göre masraf yapmak, fakat lazım olan şeyleri almak gerekir…
Sırf başkaları görsün veya başkasının evinde var diye, lüzumsuz bir şeyi ihtiyaç olmadığı halde almak doğru değildir.
Âişe radiya’llâhu anhâ’dan, Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu, dediği rivâyet edilmiştir: “Ev kadını, evinin taamından israf etmeyerek (örf ve âdete göre ailesine, misafirlerine) infak ve ikram ettiğinde, bu infaka ecir ve sevap verilir. Bu malı kazandığı cihetle kocası, muhafaza ettiği için hizmetçisi bir o kadar sevap kazanır. Bunların sevabı öbürlerinin sevabından hiçbir şey eksiltmez.” (Buhari, Buyu’, 12)
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf Suresi, 7/31)
Lüks ve pahalı elbiseler değil, avret yerlerinin örtülmesi ve ibadet esnasında giydiğimiz elbiselerin necasetten temiz olması farzdır. Elbiselerin en hayırlısı da en pahalı olan değil takva giysisidir.
Zarûrî ihtiyaçlardan fazla harcamak; şerîatın haram ettiği şeylere yönelmek, nefs ve şehvetin isteklerini yerine getirmek, gaflet ve saygısızca harcamak ifrat derecede bir israftır. Kulluk görevini yerine getiremeyecek kadar vücudun zarûrî ihtiyaçlarını kısmak da tefrid sayılacak bir israftır.
Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“O, çardaklı-çardaksız olarak bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurmalıkları ve ekinleri, zeytini ve narı (her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı biçimde yaratandır. Bunlar meyve verince meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını (öşürünü) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (En`am, 6/141).
İnsan, fikrî, ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin etmek zorundadır. Aksi halde fikren şüphe ve tereddüde, ruhen bunalıma, bedenen de zafiyet ve güçsüzlüğe uğrar. Böyle bir durumda hem dinî, hem de bedenî sorumluluklarını yerine getiremez olur. Ayet-i kerimede görüldüğü gibi Allah`ın yarattığı her şeyin meşru yoldan ve ihtiyaç kadar yenmesi emredilmiştir. Ancak bu, aşırı ve taşkınlık derecesine varmamalıdır. Zira israf noktasına varan tüketimin zararları ferdi aşarak aile ve topluma yansır. Bu da haramdır.
İslâm, bütün ibadetlerde niyeti şart koşmuştur. Niyet, Müslümanın neyi, niçin, ne zaman, nasıl ve ne gaye ile yaptığının bilincinde olmasıdır. Dolayısıyla Müslüman şuursuz, faydasız ve gayesiz bütün hareketlerden sakınır: İsraf da lüzumsuz ve gayesiz harcamalardır ve bunun için Müslümana yasaklanmıştır.
Allah (c.c.), her türlü boş ve gayesiz harcamaları sevmez. Bu bir ekmek olabileceği gibi, bir ekmek kırıntısı olabilir. Bir damla su olabileceği gibi boşa akan bir nehir de olabilir. Bu bir ömür olabileceği gibi, boşa geçen bir dakika da olabilir. Bunun içindir ki israfın haram olması İslâm ekonomik sisteminin temel ilkelerinden biri kabul edilmiştir.
Müslüman müsrif olamaz, elindekileri israf edemez, lüzumsuz ve fuzuli yerlerde kullanamaz.
Allah, dünya nimetlerini insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzusunu da insanın içerisine koyan Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın hem hakkıdır, hem de şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetleri yiyecek, kullanacak ama nimeti vereni de bilecektir.
Dinimizdeki “israf yasağı” çok güzel bir “ekonomik denge”dir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes, gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.
Kur’an, hem aşırı harcamayı, hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmüyor. Müslümanlara bu ikisi arasında orta bir tutum tavsiye ediyor.
“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” (İsra Sûresi, 17/29.)
Peygamberimiz (asv) de bununla ilgili dengeyi açıklamak için buyuruyor ki:
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhari, Libas 1; İbnu Mace, Libas 23.)
“Allah nimetini kulunun üzerinde görmek ister.” ifadesi, maddi aleme öylesine izafe edildi ki Müslümanlar bundan sadece, Allah’ın kendilerine verdiği özellikle maddi nimetleri en iyi şekilde taşımalarının mutlak emir olduğuna inanır oldu. İnsan, elindeki her şeyin en iyisini kendine sarf edince etrafını unuttu, farkında olarak ya da olmayarak bu nimetler sayesinde bir statü kavgası vermeye başladı. Önceleri temiz ve pak olması amaçlanan giysiler, zamanla yeni olma zorunluluğuna, ardından da marka düşkünlüğüne dönüştü. En lüks arabalar kullanıldı, “en şık” yerlerde “en güzel” yemekler yenildi. Zamanla, son günlerin moda söylemiyle bir “İslam burjuvazisi” meydana geldi. Başta gayet masum duygularla nimeti üzerinde göstermek isteyen kul, (dini) yaşantısı için öncelikli olması gereken şeyleri unutarak ayrıntılara daldı ve zamanla takvadan uzaklaştı.
Müslümanlar olarak pek çoğumuzun gözden kaçırdığı bir husus var; Allah’ın verdiği nimetler sadece maddi şeylerle sınırlı değildir ve kulun bu nimetleri üzerinde taşımasının yegâne yolu da giyinmek ya da yemek olmamalıdır. Örneğin ilim bir nimettir. Allah, ilim verdiği kulunun bunu muhafaza ederek etrafına faydalı olmasını ister. Akıl en büyük nimetlerdendir. Yaratan, yüce kitabında kullarına akletmelerini özellikle öğütler. Sağlık da, ömür de büyük birer nimettir. Rabbimiz sağlığımızı korumamızı, nefsimize eziyet etmememizi ister. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte tüm bunlar Allah’ın verdiği nimetleri kullarının üzerinde görmesinin göstergesidir.
Şüphesiz Allah, kullarına verdiği temiz nimet ve rızıklardan yararlanmalarını da ister. Fakat aynı nimetlerin fesat, sapkınlık, şımarıklık ve hırçınlığa götürecek, insanlara zulüm ve işkenceye sebep olacak yollarda kullanılmasından da hoşlanmaz.
Maldan yararlanmak ve ondan haz almaktan dolayı bazı insanlarda kibir, şımarıklık ve zorbalık yani “teref” ortaya çıkabileceği için İslâm, mal ve evlatların çokluğundan doğan şımarıklığı haram kılmış ve bu vasıfları barındıran kişileri de diktatör ve zorba tanımlaması ile şiddetlice kınamıştır. “Teref”in (mal çokluğundan doğan şımarıklığın) haram olması, maldan yararlanmayı değil de sadece ondan doğacak şımarıklıktandır.
İnsana emanet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arsındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. İnfak ve sadaka ahlâkını köreltir. Hâlbuki infak kurumu, yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder, sadaka kurumu ise insanları muhtaç oldukları sıkıntılardan kurtarmayı sağlar.
İslâm, insan hayatına her konuda bir denge getiriyor. İnançta, amellerde, mal kazanma ve harcamada, duygularda, nefret ve sevmede hep orta yolu tavsiye ediyor. Ne aşırılık, ne de tembellik veya gevşeklik. Ne ifrat, ne de tefrit. İslâm ümmeti, vasat bir ümmettir. (Bakara Sûresi, 2/143.)
Yani orta yolu izleyen, dengeli ve hayır yolları üzerinde olan bir ümmettir. Bu ümmetin mal konusundaki tutumu da dengelidir, harcamaları da ölçülüdür.
Mülk Allah’a aittir; insana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helal yoldan kazanıp helal yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin hakkını verenler, bezr etmeyenler (saçıp savurmayanlar), mal konusundaki sınavı kazanırlar.
Kur’an buyuruyor ki: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bezr ederek saçıp-savurma. Çünkü bezr (israf) edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (İsra sûresi, 17/26-27)
Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam = en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı” tavsiye ederim” (İbn Mâce. Fiten. 8).
Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir. (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, II, 419)
Sevad-ı azamı, halk çoğunluğunun yaşadığı ekonomik hayat seviyesi olarak da anlamak mümkündür. Peygamber Efendimiz (asv)’in bu tavsiyesi bize şunları bildirmektedir: Halk çoğunluğunun yaşadığı hayat seviyesinde yaşayın. Onların ulaşamadığı bolluk ve israf içinde apayrı bir yaşayışa yönelerek halktan kopmayın. Halkın haset ve husumet damarını tahrik etmeyin.
Bundan dolayı duyarlı zenginler, konu komşularının gözleri önünde bir lüks ve gösteriş içinde görünmeyi mahzurlu görmüşler, bilhassa komşu misafirliklerinde onların imkanlarını aşan gösterişli giyim kuşam içinde olmayı uygun bulmamışlardır. Güçleri daha fazlaya yettiği halde çevrenin seviyesinden yukarıda bir hayatı tercih etmeyi sevad-ı azama aykırı bulmuşlardır. Hatta pazardan aldıkları yiyecekleri dahi içindekini göstermeyen çantalarda taşımışlar, olmayanlara karşı gösterişe girmiş olabiliriz endişesini duymuşlardır.
Elbette bu dikkat ve titizlik, fetvaya dayalı hukuki bir mecburiyet değil, takvaya dayalı bir tercih halidir… Bu tercihi yapmayıp çevrenin üstünde imkânlarının elverdiği nispette gösterişli bir hayatı yaşamakta mahzur görmeyenler de olabilir. Bunlar imkânlarını çevreyi düşünmeden kullanan sevad-ı azama tabi olmamış kimseler olarak yorumlanırlar. Takvayı tercih etmeyenlerden sayılırlar.
Sevad-ı azamı tercih edenlerden bir örnek: Ibn-i Müleyke anlatıyor:
Biz Halife Hazreti Ömer’in yanındaydık. Dışarıdan Utbe girdi. Halife: “Buyur ya Utbe, nasibini al!..” diyerek onu sofraya davet etti. Utbe, hemen gelip diz çökerek sofraya oturdu. Ancak eline aldığı ekmek kuru ve sertti: “Ya Ömer tazesi yok muydu?” diye sordu. Halife: “Utbe, bunu sen mi soruyorsun bana? Müslümanlar bugün ekmek bulabiliyorlar mı ki, tazesini arasın Ömer? Ne zaman Müslümanların ekseriyeti sofrasında taze ekmek yiyecek bolluğa ulaşırsa Ömer’in sofrasında da o zaman taze ekmek bulabilirsiniz…” dedi.
Evet, onlar yoksul çevrenin gözleri önünde bir lüks ve bolluk içinde yaşamayı sevad-ı azama aykırı buluyorlar, varlığı da, yokluğu da halkla ortak yaşıyorlardı. Gariptir ki, bugün geçmişi beğenmeyenler ele geçirdikleri imkânları şahsi menfaatlerine kolayca kullanıyor, israflı lükslerini yoksulların gözleri önünde olanca gurur ve kibirleriyle yaşayabiliyorlar.
“Terife” fiilinin mastarı olan teref, rahat, refah ve bolluk içinde yaşamak demektir. Nimet ve bolluğun bir insanı azdırmasına itrâf; nimetin ve zenginliğin şımartıp azdırdığı, şehvetlerine dalmış, zorba, istediğini yapan, büyük günah işlemekte ısrar eden, âhireti yalanlayan, sapık, yalancı, fâsık ve kâfir kimselere “mütref” denir. Çoğulu “mütrefîn” dir. Bu kelime ve türevleri Kur’ân’da 8 âyette geçmiş ve nimet ile şımarmak, azmak ve taşkınlık yapmak anlamında kullanılmıştır (Enbiyâ, 21/12-14). “…Zâlimler, kendilerine verilen nimet, bolluk ve refahın peşine düşüp şımardılar ve mücrim oldular.” (Hûd, 11/116) âyeti, “teref” kavramının zulüm ve günah bir davranış olduğunu ifade etmektedir. Nimetleriyle azanlar (mütrefîn), Kur’ân’da, “ashab-ı şimâl” olarak nitelenen cehennemlik insanlardır. Bunlar; büyük günah işlemekte ısrar eden, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, sapık, yalanlayıcı, fâsık, zâlim, azgın, âsî ve kâfir kimselerdir (Vâkıa, 54/45-51; İsrâ, 17/16; Mü’minûn, 23/63; Sebe’, 34/34; Zuhrûf, 43/23). Teref kavramının; batar, ferah, merah ve eşir kelimeleri ile eş anlam ilişkisi vardır. (DİB)
Mütref ise, nimetin ve zenginliğin şımartıp azdırdığı, şehvetlerine dalmış, zorba, istediğini yapan, büyük günah işlemekte ısrar eden, âhireti yalanlayan, sapık, yalancı, fasık ve kâfir kimselere denir. (DİB)
ÖZET;
Nimet ve rızıkların en malumu olan para; bir ilahi sınav vesilesi, şeytan ayartmacısı, nefis körükleyicisidir. Kişiyi dipsiz uçurumlara da cennet bahçelerine de sürükler. Kul, nimeti verenin sadece Allah olduğu bilinciyle aza kanaat getirip sabırla şükretmeli, çalışmalı, helal kazanç ile ailesini geçindirmeli, çoklukta azmayıp helal kazancını israf ve cimrilik arası bir dengede helalinden ve hayır işlerinde harcamalıdır. İnfak etmeyip cimrilik etmek te günahtır, defalarca hacca gidip israf etmek te. Unutulmamalıdır ki yarınların teminatı sadece Yüce Allah’tır…bankaya konulan paracıklar değil.
Para ile azanlar, şımaranlar Kur’an’ın istemediği yanlış örneklerdir ki ahirette onları bekleyen hüsrandır. Çünkü azgınlık kibirlenmeyi, had hukuk tanımamayı ve beraberinde nimeti vereni unutturmaya götürür.
Mü’min Allah’a, ahirete ve kadere iman ediyorsa sabırla, dua ile sebat ve şükür etmeli, Peygambere ve Kur’an’a iman ediyorsa azgınlıktan, israf ve çarçur etmekten sakınmalı, haramdan fersah fersah kaçmalıdır.
Şeytan para için, paranın daha fazlası için kula hep azmayı, kural tanımamayı fısıldar. Helal-haram göz etmeden paraya sahip olmak için her yolu mübah kılanların ve Mütref hırsızlara sırtını dönmeyi beceremeyenlerin sonu karanlıklardır.
Allah herkese; kanaat etmeyi, helalle dost haramla düşman olmayı, büyüklenmemeyi, hayırlarda yarışmayı, israf ve cimrilikten uzak yaşamayı nasip etsin inşallah!
İMAN PENCERESİNDEN İSRAF VE CİMRİLİK