İman üzerine notlar
Muhakkak ki Allah, iman edip salih ameller işleyenleri içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.(Hac 22714)
İMAN ÜZERİNE NOTLAR (Uzun metin)
AMELLER NİYETLERE GÖREDİR: Her şeyin özü ve başı niyettir. Yapılan ameller niyetlere göre değer kazanır. Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiğinin karşılığı vardır…” (Buhârî, “İman”, 41; Müslim, “İmâre”, 155). buyurarak; yapılan ibadetlerin, iş ve hizmetlerin ancak niyetlere göre karşılığının alınabileceğini haber vermişlerdir. Bu bakımdan ibadetlerde de niyet şart koşulmuştur. Zira yapılan bir ibadet veya herhangi bir hayır hizmeti, görünüş bakımından güzel olabilir; ancak o ibadet ve hizmetin Allah katında makbul olması için samimi bir niyete ve yalnızca Allah rızasına dayanması şarttır. O halde amelleri Allah katında değerli kılan niyet ve ihlâstır.
Bir düşüncenin ve hareketin iyilik olarak değerlendirilmesi için onu öncelikle yapmaya niyet etmek şarttır. Ardından insan düşünüp yapmaya niyet ettiği o güzel hareketi işleyecek olursa, bu takdirde mükâfatı on mislinden başlar, 700 misline kadar çıkar. (Buhari, “Rikak”, 31) Sahabilerden biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat Ümmü Kays Medine’ye hicret etmeyi düşündüğünden, bu kişi de Medine’ye mecburen hicret etmek zorunda kalır. Bunun için o kişiye “Muhaciru Ümmü Kays” demişlerdir. İşte o zaman peygamberimiz (s.a.s.), “Ameller niyete göredir. Herkesin niyeti ne ise eline geçecek de ancak odur.” (Buhari, “Bedü’l- Vahyi”, 1) buyurarak, herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtmişlerdir. Şu halde niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle oldukça önemli bir husustur.
İSLAM KARDEŞLİĞİ: İslam’a göre Müslümanların tamamı birbirlerinin din kardeşleridir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, iman kardeşliğinin önündeki her türlü engeli ortadan kaldırarak bütün mü’minleri kardeş ilan etmiştir. İslam kardeşliği, ‘Allah için sevme’ ilkesi etrafında kurulmuş samimiyete dayalı bir bağdır. Bu sebeple İslam kardeşliği, Müslümanlar arasında en sağlam ve kalıcı olan bir bağdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.); “Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz” buyurmaktadır. (Buhârî, “Edeb”, 57, 58, 62)
NAMAZA HAZIRLIK (ABDEST), HUZURA ÇIKIŞ:Allah (c.c.), kullarından elbiselerini temiz tutmalarını istediği gibi (Müddessir, 74/4) namaza hazırlık için de bedeni temizlik olarak abdesti emretmiştir. Namaz huzurda olma haliyse, abdest, huzura çıkmanın ön hazırlığıdır. (Maide, 5/6) İnsanın çok özel bir buluşmaya, randevuya giderken veya bir makama çıkmaya hazırlanırken kendine çeki düzen vermesi gibidir. Abdest esnasında yapılan niyet ve okunan dualar, kulun bedeni hazırlıklar yanında kalbi ve ruhi hazırlıklarını gösterir niteliktedir. Namazla yapılacak manevi seyahat öncesi bir hazırlık, yolcunun yol hazırlığıdır abdest. Günde beş defa tekrar eden maddi temizlik ve manevi hazırlık, insanın kemale ermesi için büyük öneme haizdir. Günümüz tıp dünyasında da bunun pek çok faydaları tespit edilmiştir.
KELİME-İ TEVHİD: Kelime-i Tevhid; birleştirme, birleme, Allah’ın bir olduğunu kabul etme, Allah’tan başka ilah olmadığına iman etme ve “Allah birdir, Muhammed onun Rasulüdür” cümlelerini samimiyetle söylemektir. Tevhid inancının esasını teşkil eden dinlerin hepsinin de ortak noktası, semavi din oluşlarıdır. Bu sebeple Kelime-i Tevhid, yeryüzüne indirilmiş bütün hak dinlerin temelini oluşturur. Dolayısı ile tevhid inancından yoksun olan bir dinin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Bu hususta Kur’an; “İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekildir.” buyuruyor. (En’am, 6/102) İslam dininin esasını felah ve kurtuluşumuza vesile olan “Lâilâhe İllâllah, Muhammedün Rasulüllah” Kelime-i Tevhidi teşkil etmektedir. Tevhid Kelimesini, samimi bir şekilde dilimizle ikrar, Kalbimizle de tasdik ederek hayatımızın her safhasında yaşattığımız takdirde, şirkin her çeşidinden arınmış sadece Allah’ın emirlerine boyun eğmiş oluruz.
EHL-İ BEYT SEVGİSİ: Ehl-i beyt, Hz. Peygamber’in ev halkı, aile bireyleridir. Yaygın anlayışa göre Peygamber’in eşleri ile kızı Fatıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hüseyin ehl-i beyt kapsamına girmektedir. Hz. Peygamber bir hadisinde, “Sizi nimetleriyle donattığı için Allah’ı seviniz. Allah’ı sevmenizden dolayı beni seviniz. Benden dolayı da ehl-i beytimi seviniz” buyurmuş (Tirmizî, “Menâkıb”, 32), istisnalar hariç, bütün Müslümanlar ehl-i beyti candan sevmişlerdir. Bu çerçevede kültürümüzde de ehli beyt sevgisine özel önem verilmiştir. Onlarla ilgili kitaplar kaleme alınmış, isimleri çocuklarımıza ad olarak konulmuş, soylarına ayrı bir ihtiram gösterilmiş, ayrıca tarihte ehl-i beyt neslinden gelenlerin işlerini düzenlemek üzere Nakibü’l-eşraflık kurumu tesis edilmiştir.
Mekke döneminde inmiştir. 88 âyettir. Sûre adını, 25. âyette geçen “el-Kasas” kelimesinden almıştır. Kasas, kıssalar anlamında olup Kur’an’da geçen kıssa ve olaylar için kullanılır. Sûrede başlıca Hz. Mûsâ’nın çocukluğunu, peygamber oluşunu, Musevileri Mısır’dan çıkarmasını ve Firavun ile ordusunun boğulmasını kapsayan süreç anlatılmaktadır. Ayrıca küfre saplanıp maddi servet ve kudrete bel bağlamanın kötü akıbetini vurgulamak üzere Kârûn kıssasına yer verilmektedir. Hakiki dost sıkıntılı
HAYA İMANDANDIR: Sözlükte ‘utanma, çekinme, vazgeçme’ gibi anlamlara gelen hayâ; ahlaki manada, kınanma endişesiyle kurallara aykırı davranmaktan kaçınma ve bunu sağlayan duygu demektir. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu hayâ duygusunun gelişmesinde ve davranışlara yansımasında dinin önemli bir yeri vardır. Peygamberimiz; “Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır.” (İbn Mace, “Zühd”, 17), “Hayâ imandandır.” (Buhari, “İman”, 16), “Hayâ bütünüyle hayırdır.” (Müslim, “İman”, 61), “Hayâ sadece hayır (iyilik) getirir.” (Buhari, “Edep”, 77) Peygamberimizin konuyla ilgili hadisleri; hayânın imanla ilişkisine dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna ve her türlü hayra vesile olduğuna vurgu yapmaktadır. İslam alimlerinin; ‘Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak’ tanımıyla daha geniş bir anlam kazanan hayâ duygusu, bu yönüyle sadece birey vicdanına bağlı ahlaki bir özellik olarak kalmayıp, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir ameldir.
SABIR VE İMTİHAN: “Sabûr” Allah’ın Esma-i Hüsna’sındandır. Sabır da rabbinin bu sıfatının kulundaki tecellisidir, kuluna olan lütfudur. Efendimiz (s.a.s.), “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır” (Buharî) buyurur. Sabır bu sebepledir ki her şeye rağmen insanı hayata bağlayan en büyük nimettir. Kur’an’da insanın korku, açlık, mal ve can kaybı, doğal afetlerle imtihanından, bu imtihanda da ancak sabredenlerin kazanacağından bahsedilir. (Bakara, 2/157) Sabır, mü’min hangi şartta olursa olsun bu imtihan dünyasında kendini kaybetmeden ve yıkılmadan durursa, Rabbinin kendine verdiği akıl nimetiyle bir çıkış yolu bulabileceğinin, rabbinden asla ümit kesmemesinin bir işaretidir.
Dünyanın imtihan yeri olduğunu kabul eden kişi, burada nimet ile sıkıntının da iç içe olduğunu kabul ediyor demektir. Nimete rıza gösterirken, sıkıntıya sabretmemesi kulluğa yakışır mı? “Sabretmenize karşılık selam sizlere… Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!” (Ra’d, 13/24)Sözlükte “dayanma, dayanıklılık” gibi anlamlara gelen sabır, ahlakî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak, hoşa gitmeyen şeyler karşısında sükûnet ve dayanma gücü göstermektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ‘in ömrünün neredeyse tamamı ızdırap ve sıkıntılarla geçmiştir.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in’de; Hz. Lokman’ın oğluna nasihatini dile getirerek “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokmân, 31/17) bizlere öğütte bulunmuştur. Bu dünyada olaylara sabır ve metanet göstermemiz gerektiği ve bunun karşılığının ahirette huzur ve mutluluk olacağı unutulmamalıdır.
DİN GÜZEL AHLAKTIR: İslam’ın gayesi; insanları güzel ahlak sahibi yaparak olgunlaştırmaktır. Bu konuda en güzel örnek Peygamberimizdir. Kur’an-ı Kerim’de; “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyrulmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “İslam, güzel ahlaktır.” (Kenzü’l-Ummâl, 3/17). buyurmuştur. Hiç bir din ve düşünce sistemi İslam’ın güzel ahlaka verdiği önemi verememiştir. Bu yüzden Müslümanın ahlâkını güzelleştirmesi en temel hedeflerinden biri olmalıdır. Bu amaçla mü’min, İslam’ın kendinden istediği kişisel ve toplumsal görevlerini öğrenmek ve bunun sonucunda güzel hareketlerle bezenmek, çirkin alışkanlıklardan kaçınmak zorundadır. Unutmamak lazımdır ki; Müslümanın değeri, ahlakının güzelliği ile ölçülür.
AHDE VEFA: Ahde vefa, sözünde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. Kur’an-ı Kerim’de müminlerin sıfatları arasında ahde vefa zikredilmiş, (Mü’minun, 23/8; Meâric, 70/32) inkârcılar arasında bile “el-emîn” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefa ve sadakatle dolu hayatı da bu konuda bize örnek gösterilmiştir. Ahde vefa dendiği zaman öncelikle Yüce Allah’a verdiğimiz söz akla gelmelidir. Yüce Rabbimizin ahdine vefa göstermedikçe insanlara olan ahdimize vefadan bahsedemeyiz. Çünkü insanlara karşı vefalı olmamızı bize emreden Yüce Allah’tır. (Mâide, 5/1) Buna bağlı olarak, toplumumuza ve çevremize karşı olan sorumluluklarımız, Allah’a imanımız ve O’na karşı sorumluluklarımızdan bağımsız değildir. Bu nedenle ahde vefa îmanın bir gereğidir.
NAMAZIN FAZİLETLERİ: Namaz dinin direği, Mü’minin miracıdır. Kişiyi kötülüklerden korur. Kur’an-ı Kerim’de “…namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkor…” (Ankebut, 29/45). buyurulur. Peygamberimiz de “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, (cemaate gitmeyerek) yalnız başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha sevaptır. ” (Buhârî, “Salât” 87; “Ezân”, 30) buyurmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s) “Cennette seninle beraber olmayı isterim.” diyen sahabiye “Öyleyse çok secde ederek, bana yardımcı ol!” (Müslim, “Salât”, 43) buyurdu. “Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider, kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder, zararlı çıkar.” (Tirmizî, “Salat”, 188)
DİN-BİLİM VE ATATÜRK: Atatürk (1881-1938), İslam dini hakkında önemli bir bilgi birikimine sahip bir komutan ve devlet adamıdır. 7 Şubat 1923 tarihinde, Balıkesir’deki Paşa Camii’nde verdiği hutbede İslam’ın yüceliğini şöyle açıklamıştır: “Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür. Peygamberimiz Efendimiz Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya elçi seçilmiştir. Dinimiz son dindir, en mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2/93) Aynı hutbede camilerimizle ilgili olarak; “Efendiler… camiler; ibadet ve itaatle beraber din ve dünya için neler yapmak gerektiğini
ZAMAN İSRAFI: İslam dini israfın her çeşidini yasaklamıştır. İnsanın ömrünü veya vaktini boş, faydasız ve gelişi güzel şeylerle zayi etmesi anlamına gelen zaman israfı da dinimiz tarafından yasaklanan hususlardan birisidir. Bu konu ile ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz bizleri ayrıca uyarmış ve şöyle buyurmuştur: “İki nimet vardır ki, bunlar hakkında çoğu kimse aldanmıştır. Onlar da sıhhat ile boş vakittir.” (Buhari, “Rikak”, 1) Zaman insanın sahip olduğu en değerli sermayedir.
Bu sermayeyi kaybetmek de onu dolu dolu yaşayıp kıymetini artırmak da bizim elimizdedir. Bize düşen görev içinde bulunduğumuz anı en güzel ve yararlı bir şekilde değerlendirmektir. “O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.” (İnşirah, 94/7) ayeti de buna işaret etmektedir. Ayette Resûlullah ve onun şahsında müslümanlardan bütün vakitlerini hayırlı ve yararlı faaliyetlerle değerlendirmeleri, ibadet, dua, tebliğ ve irşad gibi dinî faaliyetlerin de; çalışma, üretme, öğrenme-öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri, vakitlerini israf etmemeleri istenmiştir.
ÇEVRE TEMİZLİĞİ:İslam dininin önem verdiği konulardan biri de temizliktir. Nitekim bir ayette: “Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah’da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 9/108) Peygamberimiz de: “Din temizlik üzerine kurulmuştur.” (Meşarik, c, 2, s, 107), buyurmuştur. Müslüman, bedenini, elbisesini, evini ve oturup kalktığı yeri temiz tutmalıdır. Nitekim bir hadiste “Çevrenizi temizleyiniz.” (Tirmizi, “Edeb”, 41) buyurulmuştur. Şu halde cadde, sokak ve parkların, orman ve piknik alanlarının, deniz, göl, baraj ve ırmakların temizliği, her türlü atık ve çöplerden korunması, hava kirliliğinin önlenmesi insanların görevleri arasındadır. “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır…” (Rum, 30/41) ayeti insanın çevresine karşı daha özenli olmasını hatırlatmaktadır.
BORCUNU ÖDEYEMEYENE KOLAYLIK SAĞLAMAK: İslam ticaret ahlakının en önemli ilkelerinden biri de müşteriye iyi davranmak, alacaklarını tahsil ederken gerekli kolaylığı göstermek; borçlu borcunu ödeyebilecek durumda değilse borcunu silmek, bir kısmını bağışlamak veya ertelemektir. Yüce Rabbimiz bu konuda; “Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar beklemelidir. Bilmiş olunuz ki, borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/280) buyurarak alacaklının, gerektiğinde borçlu lehine bazı durumlarda fedakarlıkta bulunmasını istemektedir. Sevgili peygamberimiz de; “Satarken ve alırken, borcunu isterken ve öderken kolaylık gösteren kimseye Allah merhamet eylesin” (Buhârî, “Büyû”, 16) şeklinde birbirine iyi davranan alıcı ve satıcılar için dua etmişlerdir.
ŞİRK NEDİR? Allah’a ortak koşmaya şirk, ortak koşana “müşrik”, ortak koşulana ise “şerik” denir. Cahiliyye Arapları Allah’ın varlığını, yerleri ve gökleri O’nun yarattığını, rızkı O’nun verdiğini bildikleri halde Lât ve Uzzâ gibi çeşitli putlara tapmaktaydılar. Hz. İbrahim’den tevarüs etkikleri Tevhid ve Hanif dinine güya “Allah’a kendilerini yaklaştıracakları, ahirette şefaatçi olacakları” (Zümer, 39/3; Yunus, 10/18) inancıyla şirk koşmaya başlamışlar ve Ka’be’yi putlarla doldurmuşlar, hac ibadetine bile şirki karıştırmışlardı. Şirk, gizli-açık, canlı-cansız, insan yahut ideoloji olmak üzere çok çeşitli olabilmektedir. Kişi bilerek ya da bilmeden de şirke düşebilir. Allah’ın affetmeyeceği yegane günah olan şirkten (Nisa, 4/48-116) Allah’a sığınırız.
ALLAH’IN SEVGİSİNDEN MAHRUM EDEN GÜNAH: “Kibirli davranarak yüzünü insanlardan çevirme, yeryüzünde çalım satarak yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez” (Lokmân, 31/18). Kibrin sembolü Şeytandır. Çünkü o, Hz. Âdem’i küçük görmüş; ona saygı secdesinde bulunmamıştır (Bakara, 2/34). Bu sebeple, kişinin kibre kapılması, şeytanlaşmaya açılan bir kapıdır. Kibirli insanın tipik örneklerinden biri Karun’dur. Zira o, bütün mal ve mülkünü Allah’ın bir lütfu olarak değil; kendi akli kabiliyeti ve meziyeti olarak görmüştür (Kasas, 28/78). Ayetin sonunda gelen ifadeler, kibrin ne büyük bir günah olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bu kimselerin Allah’ın sevgisinden mahrum kalacakları ifade edilmektedir.
İYİ KOMŞU: Bugün hızla şehirleşen, birbirinden uzaklaşan hayatlarında; alttan-üstten, sağdan-soldan eskisinden daha fazla iç içe giren insanların iyi komşulara şimdi daha çok ihtiyacı vardır. Komşuluğu Peygamberimiz şöyle bildirir: “ İyi komşu, uysal bir binek ve geniş ev kişinin saadetini sağlayan unsurlardır.” (Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, 3/407-408) Evet, kendimiz için istediğimizi komşumuz için de isteriz. Yani mümkün mertebe komşumuzun ev halkını ve namusunu korur, gerektiğinde ziyaret eder, davetine icabet eder, halini sorar, hastalanınca ziyaretine gider, ihtiyaçlarını giderir, cenazesinde hazır bulunur, kederli günlerinde teselli eder, sırlarını saklar, ayıplarını örter ve kusurlarını affederiz. O açken tok yatmaz, gelenine gidenine bakıp rahatsız etmez, hayvanına taş atmaz, çocuğunu itip kakmayız.
Ayrıca Hz. Peygamber’in: “Ey Ebu Zerr! Çorba yaptığın zaman suyunu çok koy, fazlası ile komşularını gözet.” (Müslim, “Birr”) Komşu, insanın sosyal çevre itibariyle en yakınında olan kimsedir. Bu sebeple İslam, komşuluk ilişki ve hakları konusuna ayrı bir önem vermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah katında komşuların en hayırlısı, komşusuna karşı en güzel davranandır.” (Dârimî, “Siyer”, 3) “Sana komşu olanlara güzel davran ki, gerçek Müslüman olasın” (İbn Mâce, “Zühd”, 24) buyurmak suretiyle güzel komşuluğun Müslüman için vazgeçilemez bir davranış olduğuna dikkatleri çekmiştir. Diğer bir hadis-i şerîfte ise şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sussun; kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin…” (Buhârî, “Rikâk”, 23)
ECEL NEDİR? Allah tarafından her canlı için önceden takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti anlamına gelir. Ehl-i sünnet âlimlerine göre canlıların her birinin yaşayacağı ecel tek olup kesinlikle değişmez. Hiçbir canlı kendisi için takdir edilen zamandan önce hayat bulamayacağı gibi hakkında takdir edilen ölüm vakti gelmeden de ölmez. Tabii yolla da olsa, kaza ve katil yoluyla da olsa herkes kendi eceliyle ölür. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefsin ölmeyeceği, ölümün vakti tayin edilmiş bir yazıya göre vuku bulduğu, eceli gelen hiçbir nefsin yaşatılmayacağı bildirilmiştir. (Âl-i İmrân, 3/145; Münâfikûn, 63/11)
Sözlükte mutlak vakit, belirlenmiş zaman veya belirlenmiş bir müddetin sonu gibi manalara gelen ecel kavram olarak Allah tarafından her canlı için önceden takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm zamanı demektir. Ecel tek olup Allah’ın takdiriyledir. İnsanları yaratan dirilten rızıklandıran ve öldüren Allah olduğundan eceli belirleyende Allah’tır. “Aranızda ölümü takdir eden biziz…” (Vakıa, 56/60) ayeti bu gerçeği ortaya koymaktadır. Kur’an ayetlerinden anlaşıldığı üzere ecel ne vaktinden önce gelir nede vakti ertelenebilir. Bu gerçek A’raf sûresi 34. ayette şöyle belirtilmektedir. “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.”
HATIRLAYANLAR O GÜN HATIRLANACAKTIR: “Allah da insana “Evet, öyle, ayetlerimiz sana geldi de sen onları unuttun. Aynı şekilde bugün de sen unutulacaksın” der” (Tâ-hâ, 20/126). Allah Teâlâ’yı hatırlayanlar, elbette ki bu dünyada hatırlanacaklardır. Yine O’nun buyruklarını gereğince yerine getirenler, mahşerin o şiddetli anında asla unutulmayacaktır. Acımasız hayat mücadelesi içerisinde daima Rablerinin hoşnutluğunu arayanlar, elbette ki o gün göz ardı edilmeyecektir. Dünyanın aldatıcılığı ve çekiciliğine kapılmadan istikamet üzere yaşayanlar, şüphesiz ki ilâhî himaye ve korumaya nail olacaklardır. Günahların bunalttığı bir dünyada balığın karnına sıkışan Hz. Yunus misali Rablerine yalvarıp yakaranlar, elbette ki sonsuz mutluluk ve güzelliklere erişeceklerdir.
GÜZEL AHLAK: “İman bakımından müminlerin en olgunu, ahlakı en güzel olup, aile bireylerine karşı en yumuşak ve lütufkâr davranandır.” (Tirmizi, “İman”, 6) Hadisin ifadesine göre, imanın olgunluk derecesine ulaşması, kişinin güzel ahlak sahibi olmasına bağlıdır. Güzel ahlaka sahip olan kimse, en başta eşi, çocukları, anne ve babası olmak üzere bütün aile bireylerine sonra da bütün insanlara karşı yumuşak davranır. Güzel ahlak sahibi olmak, kişiyi iman bakımından olgunlaştırır ve onu içinde yaşadığı toplumun saygın bir üyesi haline getirir. Güzel ahlakın tezahürlerini bütün söz ve davranışlarında ortaya koyan bir Müslüman, çevresinde örnek ve numune bir insan haline gelir. Bu yaşantısı sayesinde çevresindeki insanlara örnek olan insan karanlığa karşı mum yakmış gibi insanların hayatlarına huzur ışıkları saçar. Böylece ahlaklı kişi hem Rabbinin rızasını kazanır, hem de bireysel ve toplumsal barışa katkı sağlamış olur.
HAK VE BATIL: Allah’ın isimlerinden olan “Hak” sözcüğünün birçok anlamı vardır. “Batıl”ın zıttı olarak “gerçeğe uyan inanç, düşünce ve davranış ” anlamları öne çıkar. “Batıl” da, “asılsız olan, gerçeğe uymayan inanç, düşünce ve davranış” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de “hak”; İslam, vahiy, risalet, adalet, tevhid, doğru haber” gibi anlamlarda, batıl da; yalan, put, şirk, haram, haksızlık ve zulüm, faydasız” anlamlarında kullanılmaktadır. “De ki; hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkumdur” (İsra, 17/81) mealindeki ayette hak sözcüğü, Allah’ın hoşnut olduğu, batıl sözcüğü de Allah’ın hoşnut olmadığı her şey anlamında kullanılmıştır.
AFFEDİCİLİK: Güzel ahlak esaslarından biri de affediciliktir. Affetmek, kişinin kendisine haksızlık yapana gücü yettiği halde misilleme yapmayıp onu bağışlamasıdır. Bu erdeme sahip olanlar Kur’an-ı Kerîm’de övülmüşlerdir: “Öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/ 134) Sevgili peygamberimiz de öfkeye hâkim olmayı, gerçek kahramanlık olarak tanımlar: “Yiğit dediğin güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenebilendir.” (Buhârî, “Edeb”, 76) Bizler yalnızca kendimize karşı yapılan kötülükleri affedebiliriz. Buna karşılık dinî ve millî değerlerimiz, birliğimiz ve dirliğimiz ile insanlığa karşı yapılan kötülükler karşısında son derece duyarlı olmak mecburiyetindeyiz.
YEMİN KEFARETİ: “…Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa onun kefareti üç gün oruç tutmaktır…” (Mâide, 5/89) Bu âyetten açıkça anlaşıldığı gibi yeminini bozan kişinin kefareti, on fakiri doyurmak veya giydirmek, ya da bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Ancak bu sayılanlardan birini yapamayan kişinin, peşpeşe üç gün oruç tutması gerekir. Bozulan yeminler birden fazla olursa, kefaretler de yeminlerin sayısınca artar. Ancak bazı din bilginlerine göre bozulan yeminler birden fazla olsa bile bir kefaret yeterli olur.
KUR’AN’A GÖRE ŞEYTAN: Kur’an-ı Kerim, şeytanın bizi fakirlikle korkutarak kötülüğü emredeceğini bildirmektedir. (Bakara, 2/268) İnsanları birbirine düşürmek için içki, kumar ve kötülüğü vasıta olarak kullanan Şeytan’ın, (Mâide, 5/91) bu konuda her türlü yola başvuracağını, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağını ve bu sayede insanların birçoğunu Allah’a şükretmekten alıkoyacağını yine Kur’an bize bildirir. (A’raf, 7/17). Şeytan, insan neslini saptırmak (Kasas, 28/15), şüpheye düşürmek (Sebe’, 34/20), onlara kötü işleri güzel göstermek (Ankebut, 29/38), içki, kumar ve fuhuş gibi eylemleri sevdirmek (Mâide, 5/91-92) ve vesvese vermek (Nâs, 114/4-5) gibi yollara başvurur. Ancak, Kur’an’a göre Şeytan’ın gücü, sadece onu dost edinenlere ve Allah’a şirk koşanlara yetmektedir (Nahl 16/100).
İÇKİ: Yüce dinimiz İslam, şarap başta olmak üzere bütün sarhoş edici maddeleri yasaklamıştır. İçki, insanın akıl, ruh ve beden sağlığını bozar; ailevî, sosyal ve meslekî hayatını olumsuz yönde etkiler. İçkinin verdiği zarar, yalnız onu içenle sınırlı kalmaz, toplumun diğer fertlerini de olumsuz etkiler. Taşkın hareketleriyle kırgınlık, dargınlık, kavga, cinayet ve trafik kazaları gibi çeşitli zararlara sebep olur. Ayette geçen asıl kelime şarap kelimesidir ve haram olan şarabın her türü ile diğer içkilerin sarhoşluk derecesinden sonrasıdır. Kur’an-ı Kerim’de; “İçki (şarap) ve kumarda şeytan ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?” (Mâide, 5/91) buyrulmuştur.
Peygamberimiz (s.a.s.)’de, “İçki (şarap) kötülüklerin anasıdır.” (Neseî, “Eşribe”, 44); “İçki (şarap), deva değil bilakis derttir” (Müslim, “Eşribe”, 12) buyurmuştur.İslamiyet; dini, canı, nesli, malı ve aklı korumayı hedeflemiş, bunlara zarar verilmesini yasaklamış ve insanlara yararlı olan şeyleri helâl, zararlı olanları da haram kılmıştır. Bu itibarla Allah; içkinin (şarap ve her tür sarhoşluk) pislik olduğunu, kurtuluşun bundan uzak durmaktan geçtiğini, şeytanın bu yolla mü’minlerin arasına düşmanlık ve kin sokup, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyduğunu haber vermektedir. (Maide, 5/90-91)
Peygamberimiz (s.a.s.); içkinin (şarap) kötülüklerin anası olduğunu (Neseî, “Eşribe”, 44) zikrederek, bunun akıl, ruh ve beden sağlığını bozduğu gibi, insanın ailevî, sosyal ve meslekî hayatını da olumsuz yönde etkilediğine işaret etmiştir. Bu itibarla içki ve uyuşturucu gibi her türlü kötü alışkanlıktan uzak durmak, bunlara alışan insanları uyarmak ve onların tevbe etmelerine yardımcı olmak gerekir. Şarabın ve sarhoşluğun haram olmasındaki asıl hikmet bilincin kapanması ve Allah’ın sınırlarının hatırlanamaz olmasındandır.
CİMRİLİK ETMEMEK: Cömertliğin zıddı olan cimrilik, dinin öngördüğü yerlere harcamaktan kaçınmaktır. Yüce Allah cimriler hakkında şöyle buyurur: “Allah’ın lütfundan kendilerine verdiklerinde cimrice davrananlar, bunun kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar; aksine bu, onlar için kötüdür. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü onların boyunlarına asılacaktır.” (Âl-i İmran, 3/180) Sevgili Peygamberimiz de hadisleriyle ümmetini, cimriliğin fert ve toplum üzerindeki dünyevî ve uhrevî zararlarından sakındırırdı: “Mal hırsından ve cimrilikten son derece sakının. Zira sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik onları kan dökmeye ve haramı helal saymaya sürüklemiştir.” (Müslim, “Bir ve Sıla”, 56) Dolayısıyla müslümana yaraşan, cimrilik değil cömertliktir.
EDEP VE HAYA: Edep: bir insanın her konuda haddini bilip onu aşmamasıdır. Salih bir mü’min için gerek Allah’a, gerek insanlara karşı haddini bilmek kadar büyük bir fazilet yoktur. Resûlullah (s.a.s.): “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hâyâdır.” (İbnu Mâce, “Zühd”, 17) diyerek, edep ve hâyâ’nın, İslamiyetten geldiğini, kötülüklerden alıkoymada önemli rol oynadığı ve müminin belirleyici değer ölçüleri arasında bulunması gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla, her zaman her yerde edepli, hâyâlı olmaya çalışmalıyız! Edep ve hâyâ, bir binayı tutan direk gibidir, direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, edepsiz ve hâyâsız, kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur.
KELİME-İ ŞAHADETİ ANLAMAK: İnsanları iki cihanda mutluluğa ulaştıran İslam dinine girişin anahtar sözcüğü kelime-i şehadettir. Kişi Allah’ın varlığı ve birliğine, Hz. Muhammed’in(s.a.s.) Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederek bu yüce dine girer. Mehmet Akif ’in “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” mısrasında ifade ettiği gibi, kelime-i şehadet İslam’ın özü ve temelidir. Kişi “lâ ilahe” sözüyle hayatından, ilahî iradeye aykırı tüm unsurları çıkardığına, “illallah” sözüyle de kendisi için yegane belirleyici ilkenin ilahi kanunlar olduğuna tüm cihanı şahit tutmaktadır. İkinci şehadet cümlesinde ise Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın elçisi olduğuna, O’nun Rabbimizden getirdiği tüm emir ve yasakların bağlayıcı olduğuna şehadet edilmektedir. Tevhid kelimesi ile şehadet kelimeleri arasındaki devasa fark mana aynı görünse de Şehadet kelimesinde yer alan şehadet ve kul kelimeleridir ki bunlar tevhid kelimesinde yoktur bu yüzden iman etmek için şehadet kelimesi farz olandır.
CEHENNEME GÖTÜREN AMELLER: Kur’an-ı Kerim’de cehenneme götüren amellere yer verilerek, insanlar bu tür amelleri işlemekten sakındırılmaktadır. Müddessir Sûresinde de bu durum açıkça belirtilmektedir: “Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu?. Onlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmazdık. Bâtıla (günaha) dalanlarla birlikte biz de dalardık. Ceza gününü de yalanlıyorduk. Nihayet ölüm bize gelip çattı” (Müddessir, 74/40-47). Buna göre, Allah’a iman ve itaat etmeyip namazı kılmamak, yoksulu doyurmamak, nimetleri muhtaçlarla paylaşmamak, hak ölçülerinden uzak kalarak batıla dalanlarla beraber olmak ve kıyamet gününü yalanlayarak hesap günü bilincinden uzak bir hayat yaşamak, cehenneme götüren başlıca amellerdendir.
TEVHİD İNANCI: Hak dinin temelini oluşturan tevhid inancı; Allah’ın varlığını, birliğini, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek, O’na inanmak, ulûhiyetini tasdik etmek, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir varlığı O’na ortak koşmamaktır. Yüce Allah’ın, “Şüphesiz, benden başka hiç bir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin…” (Enbiyâ, 21/25) emrinin gereğini yerine getirmektir. Tevhîd inancı; başta namaz, oruç, zekat ve hac olmak üzere hayatın bütününe yönelik ibadetlerle pratiğe aktarılır. Böylece inancını ibadet ve kullukla salih amele ve güzel ahlaka dönüştüren mümin; şehvetin, şöhretin ve servetin esiri olmaktan kurtularak, yalnızca Allah’a kul olmanın huzur ve mutluluğuna erişir.
VEDA HUTBESİ: Peygamberimiz (s.a.s.)’in, hicri 632 yılında yaptığı ilk ve son haccında Arafat’ta yüz bini aşkın insana irad ettiği hutbedir. Veda Hutbesi İslam’ın özeti mahiyetindedir ve temel hak ve hürriyetler açısından büyük önem taşır. Peygamberimiz hutbesinde ırk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddetmiş; zina ve aile hayatına zarar verecek şeyleri yasaklamıştır. Ailede erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin olduğunu belirten Allah Rasülü, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesini, faizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırdığını, vasiyet, borç ve kefaletle nesebin öz babadan başkasına nispet edilemeyeceğini, insanların can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu ilan etmiştir. (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, IV/250-253)
MANEVİYAT: “İman edenlerin Allah’ı anma ve nazil olan ilâhî hakikatler sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı henüz gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd, 57/16) Bugün müminler olarak bizler, ne yazık ki ayette bahsedilen bir kalp katılığını yaşıyoruz. Çünkü dini duygularımız gevşemiş, heyecanlarımız pörsümüştür. Ancak ümitsizliğe kapılmamıza gerek yoktur. Çünkü devamında gelen ayet, bu konuda ilâhî desteğin her zaman müminlerin yanında olduğuna işaret eder. Yeter ki, bu konuda bizler, gerekli şartları yerine getirelim; yani günahlarla mücadele edelim, ilâhî buyrukları bütün samimiyetimizle yerine getirmeye çalışalım.
TECESSÜS: İnsanların dokunulmaz hak ve özgürlüklerinden biri de gizli yönlerinin araştırılmamasıdır. Dinimiz, insan onuruna yaraşır bir şekilde davranmayı emretmiş, onun şeref ve haysiyetine saldırılmasına asla izin vermemiştir. Casusluk kelimesi ile aynı kökten gelen ve başkalarının gizli ve özel hallerini, ayıp ve kusurlarını araştırmak anlamına gelen tecessüs, dinimizin yasakladığı bir davranıştır. Çünkü dinimizde başkalarının ayıp ve kusurlarını ortaya çıkarmak değil; örtmek esastır. Bir ayette müminlere hitaben “…Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın!…” (Hucurât, 49/12) buyrulmuş; Sevgili Peygamberimiz de tecessüsü yasaklayarak, İslam kardeşliğine zarar verecek her türlü davranıştan uzak durulmasını istemiştir (Buhârî, “Nikâh”, 46).
KAMU MALI – KAMU HAKKI: Özel mülkiyet dışındaki bütün menkuller ve gayr-ı menkuller –hazinedeki paradan, dağdaki ormanlardan devlet dairelerindeki kağıtlara, parklardaki banklara kadar – kamu malıdır. Bunlar o toplumda yaşayan her bir ferdin hizmetine sunulmuş emanetlerdir. Onlar üzerinde bütün insanların hakkı bulunduğu düşünülerek amacı dışında ve kaçak kullanılmamasına, israf edilmemesine özen gösterilmelidir. “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile haram yollardan yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara, 2/188)
Bir kamu malında gelecek nesillerin de hakkı vardır. Dolayısıyla doğal kaynaklar ve çevre çocukların bir emaneti olarak korunup tertemiz bir şekilde onlara bırakılmalıdır. Hz.Ömer şöyle dedi: Hayber Gazvesi günü idi. Peygamber’in (s.a.s.) ashabından bir grup geldi ve “Falan kimse şehittir, filan kimse şehittir.” dediler. Sonra bir adamın yanından geçtiler, “Falanca da şehittir.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.): “Hayır! Ben onu, ganimetten çaldığı bir hırka -veya bir aba- içinde cehennemde gördüm.” buyurdu. (Müslim, “İman”, 182)
TEVAZU: Türkçe’de, alçak gönüllülük, kibir ve gösterişten uzak olma anlamlarına gelen tevâzu, bir müslümanın sahip olması gereken güzel hasletlerden birisidir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, Cenabı Hakkın, böbürlenip büyüklük taslayanları sevmediği (Nisâ, 4/36; Nahl, 16/23; Lokman, 31/18) belirtilmiştir. Bizim için en güzel örnek olan sevgili Peygamberimiz de ömrü boyunca sade ve gösterişten uzak bir hayat sürmüştür. Daha iyi imkanlara sahip bulunduğu Medine döneminde bile bu mütevâzı yaşantısında bir değişiklik olmamıştır. Onun günlük yaşantısını merak edenlere Hz. Aişe’nin verdiği cevap şudur: “O da diğer insanlar gibi bir insandı. Sizden birinizin ailesi için yaptığı şeyleri o da yapar, ayakkabısını tamir eder, elbisesini diker, koyununu sağar, kendi işini görürdü.” (İbn Hıbban, Sahih, 12/488)
İNFAK VE SADAKA: Allah’ın rızasını kazanmak için; elinde ki imkânları muhtaçlara vermektir. (Bir kudsi hadiste) Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ey adem oğlu! İnfak et ki, bende sana infak edeyim.” (Müslim, “Zekat”, 11) Peygamberimiz (a.s.) “yarım hurma ile de olsa cehennem ateşinden korununuz” buyurarak; Müslümanları sadaka vermeye teşvik etmektedir. Verdiğimiz sadakaları kıymetli şeylerden, gösterişten uzak, rencide etmeden başa kakmadan vermeniz gerektiğini Kur’an bize öğütlüyor. (Bakara, 2/261-265) “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 3/92)
SEMA: Sema’ sözlükte işitmek, dinlemek demektir. Terim olarak ise musiki nağmelerini dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Kaynaklardaki bilgilere göre Mevlana zamanında belli bir nizama bağlı kalmaksızın dinî bir coşkunluk içinde icra edilen sema, Sultan Veled zamanından başlayarak tam bir disiplin içine alınmış, icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Sema, varlığın oluşumunu, insanın alemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya aşk ile harekete geçişini ve kulluk bilincine ulaşıp “insan-ı kâmil”e doğru yönelişini sembolize eder. Esasen ilk dönemlerden itibaren mistik gelenek içinde değişik şekillerde icra edilen sema Mevlana ile birlikte yaygınlık kazanmıştır. Toplu halde gerçekleştirilen sema, “dinî, mistik” nitelikli bir çeşit ziyafet halini almıştır. Öte yandan sema edene “semazen” denilmiştir.
AHİRETE İMANIN HAYATA YANSITILMASI: Kur’an’a göre ölümden sonra dirilme haktır. Herkes hesaba çekilecek; iyi yada kötü bütün amellerinin karşılığını görecektir. (Zilzâl, 99/7-8) Bu inanç, insana ümit kaynağı olduğu gibi ona sorumluluk duygusu yükleyerek adaletli olmaya yönlendirir. Hz. Ömer’de bu konuda; “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz” (Kitabu’l-Musannef, 7/96) buyurmuştur. Ahirete yakînen inanan, kendisini her an kontrol altında tutar ve “herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın” (Haşr, 59/18) ayeti gereği güzel söz ve davranışlara yönelir, kötülüklerden sakınır, diğer insanlarla ilişkilerini sağlıklı bir şekilde yürütür. Bu da âdil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.
KURAN-I KERİM’E GÖRE CİNLER: Genel tanımıyla cinler, ateşten yaratılmış, duyu organlarıyla algılanamayan, irade ve sorumluluk sahibi varlıklardır. Kuran-ı Kerim’de gerek cin sûresinde gerekse diğer bazı ayetlerde cinlerden söz edilmektedir. Bu ayetlerde verilen bilgilerden bazıları şunlardır: Cinler arasında inananlar olduğu gibi inanmayanlar da vardır. Bütün cinler Allah’ın gücü karşısında acizdir ve yaptıklarından Allah’a karşı sorumludurlar. Allah’a inanmış kimselerin onlardan korkmamaları gerekir. Allah dilemedikçe kötü cinler kimseye zarar veremezler. Müminlerin cinlerin şerrinden Allah’a sığınmaları gerekir.
TUTUMLU OLMAK: Doğada var olan değerlerin ölçülü ve yerinde kullanılması İslami ve insani bir görevdir. Bazen hava, su, toprak, zaman, para ve sağlık gibi hayatımız için önemli olan şeyler ölçüsüz ve insafsızca harcanabilmektedir. Oysa iyi düşünüldüğünde, küresel ısınmanın yaşandığı çağımızda israfın ne kadar kötü bir davranış, tasarrufun da ne kadar önemli olduğu çok daha iyi anlaşılmaktadır. Dünyanın bir tarafında açlık ve susuzluktan insanlar ölürken; diğer taraftan çöpe atılan ekmek ve boşa akıtılan suların izahı mümkün değildir. Bu itibarla yüce dinimiz İslam her zaman ölçülü davranmayı, tutumlu olmayı emretmiş, ihtiyaç sınırını aşmayı, aşırı harcamalarda ve ölçüsüz davranışlarda bulunmayı yani israfı yasaklamış, “…Yeyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 7/31) buyurmuştur. Nitekim, “Ayağını yorganına göre uzat”, “Ak akçe kara gün içindir.”, “Sakla samanı, gelir zamanı” gibi atasözleri de tutumlu olmanın önemini belirtir.
İLMİ İRFANA DÖNÜŞTÜRMEK: İlim bilmek ise irfan bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa irfan o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır. Hz. Peygamber’in Allah’a sığındığı faydasız ilim (Tirmizî, “Daavât”, 68) irfana dönüşmemiş ilimdir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, kulları içinde ilim sahibi olanların derin saygı duyacağını belirten ayet (Fâtır, 35/28) ilmini irfana dönüştürenlere işaret etmektedir. İrfan yahut marifet başta insanın kendi özü olmak üzere her şeyde Yüce Yaratıcı’nın özelliklerini görmek, yaratıklardaki işaretlerden Yaratıcı’yı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri bu amaçla kullanmak demektir. Ne mutlu, Hakk’ı bulan, her şeyde Hakkı gören, ve Hakk’a uygun yaşayan kutlu insanlara!
NİFAK: Nifak sözlükte kaybolmak, eksilmek, tükenmek, arabozuculuk anlamlarına gelir. Kavram olarak inanmadığı halde inanmış gibi görünmek demektir. Nifak alametleri bulunan kimseye de münafık denir. İslam’a göre bir küfür çeşidi olan nifak, dışarıdan Müslüman olarak görülmekle beraber kalben Allah’a iman esaslarına ve İslam peygamberine inanmamak manasına gelir. Nifak içinde olan kimseye de münafık denir. İslam’a göre kalben inanmadıkları için münafıklar Allah katında kafirdirler. Dilleri ile Müslüman olduklarını söylemeleri sebebiyle insanlar katında Müslüman olarak muamele görürler. Peygamberimiz münafıkları şöyle tanıtır: “Münafığın alameti üçtür; konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emanete hıyanetlik ederler.” (Sahihi Buhari ve Tercemesi, 6/272)
KULLUK BİLİNCİ: İnsanın yaratılış amacı sadece Allah’a kulluktur. (Zâriyât, 51/756). Allah’a kul olmak, O’nun çağrısına samimiyetle karşılık vererek, yasaklarından kaçınmak ve emirlerini yerine getirmekle mümkün olur. Allah’a kulluğun başı ihlas ve samimiyettir. (A‘râf, 7/29) Kullukta esas olan ise sürekliliktir. (Mü’minûn, 23/9) Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 15/99) Kulluğun zirvesi, kişinin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesi (Müslim, “Îmân”, 1, 5) ve bütün varlığıyla O’na yönelmesidir. (Müzzemmil, 73/8) Buna ihsan makamında kulluk denir. Kulluk bilinci sorumluluk bilinci ile gelişir. Her şeyi bilen ve gören bir Allah inancı, kulluğun olgunlaşmasına vesile olur.
RÜŞVET VE YOLSUZLUK: Rüşvet ve yolsuzluk dinimizin yasakladığı toplumsal bir hastalıktır. İslam dini doğru sözlü olmayı ve dürüstlüğü emrederken; usulsüzlük ve yolsuzluğu ise yasaklamıştır. (Hûd, 11/112) Rüşvet, yaptırılmak istenen bir işte yasa dışı kolaylık ve çabukluk sağlanması için bir kimseye mal veya para olarak sağlanan çıkardır. Kur’an’da rüşvet açıkça kınanmıştır: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara, 2/188) Peygamberimiz (s.a.s.) de rüşvet alan ve verenin lanetlendiğini belirtmiştir. (Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 4) Hz. Peygamber ayrıca devlet memurlarının görev suiistimali olarak nitelenebilecek mahiyetteki hediyeleri almalarını da yasaklamıştır (Buhârî, “Hibe”, 17; “Ahkâm”, 24, 41)
ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OLMAK: İslam dini her ne surette olursa olsun harama bulaşmayı yasaklamıştır. Toplumumuzda “Eline, beline ve diline sahip olmak” şeklinde deyimleştirilen ifade dinimizin üç ana ilkesini oluşturur: Harama el uzatmamak, namusu korumak ve dile sahip olmak. İslam dini kazancın helal olmasını emretmiş, başkalarının malının haksız yollarla yenmesi anlamına gelen hırsızlık, kumar ve faiz gibi fiilleri de yasaklamıştır. (Nisâ, 4/29) Dinimizin kadın erkek bütün Müslümanlar için gerekli gördüğü ilkelerden biri de “namusu” korumaktır. Kur’an’da namusunu korumak emredilirken, Mü’minlerin zinaya yaklaşmaması istenmiştir. (Nûr, 24/30- 31; İsrâ, 17/32) İslam dini, dedikodu, laf getirip götürme, yalan, sövme ve iftira gibi dil ile işlenen suçları da yasaklamıştır. (Hucurât, 49/12) Hz. Peygamberin ifadesine göre insanları yüz üstü cehenneme sürükleyen dillerinden başkası değildir. (Tirmizî, “Îmân” 8)
EMANETE HİYANET ETMEMEK: Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en belirgin özelliği güvenilir olması idi. Ona güvenilen kişi anlamında “el-Emin” lakabı verilmiş, Mekke halkının büyük çoğunluğu onun peygamberliğini kabul etmemelerine rağmen en değerli varlıklarını ona emanet etmişlerdi. Zira o asla emanete hıyanet etmezdi. Kendisini öldürmeye kalkıştıkları zamanda bile, emanetleri sahiplerine teslim etmek üzere Hz. Ali’yi görevlendirmiş ve emanetlerin yerlerine ulaşmasını sağlamıştır. Rasulüllah Efendimiz emanete ihanet etmenin münafıklık alameti olduğunu bildirmiş, “(İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir” (Buhâri, “Şehadet”, 28; “İman”, 4, 5), buyurarak hiç kimseye zarar vermememiz gerektiğini haber vermiştir.
MADDİ TEMİZLİK: Dinimiz temizliği imanın belirtilerinden saymıştır. Namazın sahih olması için beden, elbise ve namaz kılınacak yerin temiz olması şarttır. Birçok ibadet için abdest ve guslün farz ya da sünnet kılınması temizliğe verilen önemi göstermektedir. Bunlardan başka haftalık temizlik için; “Haftada bir kere yıkanmak her Müslüman’ın görevidir.” (Buhârî, “Cuma”, 12) buyrulmuştur. Peygamberimiz diş temizliği üzerinde de ısrarla durmuştur: “Misvak hem ağzı temizler, hem de Hakk’ın rızasını kazandırır.” (Nesai, “Tahare”, 5) Tırnakların kesilmesi, koltuk altı ve kasık kıllarının temizlenmesi, fıtratın bir gereği kabul edilmiştir. Saç bakımı da Peygamberimizin teşvik ettiği hususlardandır: Bu konuda “Saçı olan bakımına özen göstersin” (Muvatta, 2/949) buyurmuşlardır.
MANEVİ TEMİZLİK: Dinimiz maddi temizliğe olduğu kadar manevi temizliğe de çok önem verir. Bir mü’min için ulaşabileceği en yüksek makam, yaratıcısının rızasını kazanmaktır. Bu ise ibadet ve taat sayesinde gerçekleşir. Belirli ibadetlerin yerine getirilebilmesi için maddi arınmanın yanında mânevi arınma da şart koşulmuştur. Zira Allah’ın huzuruna ancak temiz bir kalb, halis bir niyet ve güzel ahlâkla çıkılabilir. (Şu’ara, 26/89) Mânevi temizlik, iman ve ahlakla alâkalıdır. “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, “Tahare”, 1) buyuran Peygamberimiz (s.a.s.), temizliğin bu yönüne vurgu yapar. Mânevi temizlik için kişi ruh dünyasında bir arınmaya gitmeli, kalbini her türlü manevi hastalıklardan temizlemek için çaba sarfetmelidir.
SABIR VE MÜKAFAT: Sabır: Kişinin musibetler karşısında, telaşa kapılmadan güçlü olması, her şeyin Allah’tan geldiğinin bilinci ile tahammül etmesi, dayanma gücü göstermesidir. Sabır güzel bir huy, üstün bir fazilettir. İnsan güzellikler karşısında sevinir ve Rabbine şükreder. Sıkıntı anlarında ise sıkıntıyı ortadan kaldırmanın yollarını ararken diğer taraftan Rabbinden sabır, güç ve kolaylık ister. İman eden kişinin başına gelen her şey bir gizli sebebin bir hikmetin gereğidir. Mü’min, karşılaştığı her sıkıntıyı doğal olarak karşılar ve sabreder. Sabır sadece zorluklar karşısında değil, hayatın her anında yaşanan bir ahlak özelliğidir. “Sabır acı, meyvesi tatlıdır”. Sıkıntılara, belalara sabır gösteren sonunda huzura kavuşur.
GÖREV AHLAKI: Dinimiz tembelliği hoş görmemiş, fertlerin çalışarak helal yoldan geçimlerini temin etmelerini ibadet olarak kabul etmiştir. Çalışma hususunda ise çalışana ve işverene dikkat etmeleri gereken bir çerçeve çizmiştir. Hz. Peygamber “Çalışana ücretini, teri kurumadan önce veriniz.” (İbn Mâce, “Rühûn”, 4) buyurarak işçinin hakkının korunmasını teminat altına alırken, “Allah, sizden birinin işini en iyi şekilde yapmasını sever” buyurarak (Taberâni, “Mu’cemu’l-evsat”, I. 275) her ne iş yaparsa yapsın çalışanın işinde titiz davranmasını öğütlemiştir . İş hayatında barış ve huzurun sağlanabilmesi için İslam’ın çizdiği dürüstlük, adalet, ahde vefa ve benzeri esaslara riayet edilmesi şarttır.
CÖMERT – ELİAÇIK OLMAK: Cömertlik, kişinin malını israfa kaçmamak şartıyla diğer insanların ihtiyaçlarını karşılamak için sarf etmesi, onlara ikram etmesidir. Cömertlik, cimriliğin zıttıdır. Dinimiz, cimriliği yermiş, cömertliği övmüştür. Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır! O kendileri için bir şerdir.” (Al-i İmran, 3/180) Peygamber efendimiz de; “Cömert, Allah’a yakındır, cennete yakındır, insanlara yakındır. Cimri ise, Allah’a uzaktır, insanlara uzaktır, cehenneme yakındır” buyurmaktadır. (Tirmizi, “Birr”, 40) Cömertlik Allah’ın sıfatlarındandır. Bir hadiste; “Allah cömerttir, cömertliği sever.” (Kenzü’l-Ummal, VI, 347) buyurulur. Cömertliğin aşırısı israftır. İsraf da dinimizde yasaktır.
ALLAH İŞİNİ GÜZEL YAPANLARI SEVER: Müslüman’ın iş hayatındaki en belirgin özelliği, işini düzenli ve emanet bilinciyle en güzel biçimde yapmasıdır. Mü’min, fert, aile ve toplum olarak, hayatı anlamlı kılacak ve huzur ortamı oluşturacak güzel bir çalışma sergilemelidir. Allah (c.c.) işini güzel yapanları sevdiğini; (Bakara, 2/195) belirterek, güzel iş yapanlara karşılık olarak daha güzelini ve bir de fazlasını vereceğini; ahiret yurdunda da ebedi kalacakları yerin Cennet olacağını (Yûnus, 10/26) müjdelemektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Allah, sizden birinizin yaptığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi yapmasından hoşnut olur.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 1/275) buyurmaktadır.
VAROLUŞUN HİKMETİ: Yüce Allah bu alemi ve insanı boşuna yaratmamıştır. Her varlık evrende bir görevi yerine getirmektedir. İnsan dışındaki varlıklar yaratılış gayelerini gayrı iradî olarak yerine getirirken, insan ise yaptıklarından sorumlu tutulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek; “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115) şeklinde ifade edilmektedir. İnsanın varoluş hikmeti her şeyden önce Rabbini tanıma ve O’na kul olmaktır. Yüce Mevlamız bu hakikati şöyle bildirir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) O halde insan hayatı boyunca yaratanını tanımak ve O’nun rızası doğrultusunda yaşamak için gayret etmelidir.
BELALARA KARŞI SABIRLI OLMAK: Sabır, sözlük anlamı, kişinin başına gelen bela musibetlere karşı dayanma gücünü ifade eder. Kur’an’da müminlere ısrarla sabırlı olmaları emrolunmuştur. (Kehf, 18/28) Hz. Peygamber de müminlere başlarına gelen bela ve musibetlere karşı sabırlı olmaları tavsiyesinde bulunmuş, kendisi de bu konusunda ümmetine örneklik etmiştir. (Buhârî, “Cenâiz”, 33) Hz. Lokman oğluna; “…Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir” (Lokmân, 31/17) diye öğütte bulunmuştur. Mümin belâ ve musibetlere karşı sabırlı olduğu kadar dinin emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma konusunda da sabırlı olmalı; halinden Allah’tan başkasına şikayetçi olmamalı, yakınıp sızlanmamalıdır.
KARZ-I HASEN: Hiçbir maddi çıkar beklemeksizin sadece Allah’ın rızasını kazanmak ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız borç vermeye karzı hasen denir. Kur’an’da karzı hasen, ihtiyaç sahiplerine ödünç vermek anlamında kullanılarak şöyle buyurulmaktadır; “Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” (Hadîd, 57/11; Bakara, 2/245) İhtiyacı olanlara ödünç vermek sadaka vermekten daha güzel bir davranış olarak kabul edilmiştir. Ödünç verme sırf Allah rızası için olmalı, herhangi bir karşılık beklenmemeli ve bir menfaat da şart koşulmamalıdır. Borç karşılığında sağlanan menfaat haramdır.
EMEĞE SAYGI: İslam alın teriyle kazanmayı, ticareti teşvik eder. Yüce Rabbimiz: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 53/39) buyurur. Sevgili Peygamberimiz de: “Çalışanın ücretini alnının teri kurumadan veriniz; “Ben üç kişinin hasmıyım… işçi işinin hakkını verdiği halde onun emeğinin karşılığını vermeyen işverenin.” (İbn Mace, “Ruhün”, 4) sözüyle emek sahibinin hakkının en güzel bir şekilde ödenmesini emretmişlerdir. İslam çalışma hayatında haksız kazanç diye nitelenen yollarla insanların mallarını ellerinden almak ve bunlardan yararlanmak yasaklanmaktadır. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faizcilik ve tefecilik, fâhiş fiyat, aldatma, izinsiz kopyalanan ürünler, bu yolların yaygın olanlarıdır.
ÇALIŞMA VE DÜRÜSTLÜK: Çalışıp gayret göstermeden, emek verilmeden, oturduğumuz yerden bir şey beklemek İslam düşüncesine aykırıdır. “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) Bütün başarıların yolu çalışmaktan geçer. Müslüman çalışkan ve üretken olmalıdır. Allah tembel, işsiz ve boş duran miskin kulunu sevmez. Peygamberimiz: “Hiç kimse kendi emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhari, “Buyü”, 15) buyurarak çalışmayı övmüş kendisi de hayatı boyunca çalışarak Müslümanlara örnek olmuştur. Dürüstlükten ayrılmamak, helalinden kazanıp güzel yerlere harcamak çalışmanın gayesi olmalıdır. Emek harcadığımız işler İslamın yasaklayıp, haram kıldıklarından olmamalıdır.
İSLAM KOLAYLIK DİNİDİR: İslam dininde, insanın üstesinden gelemeyeceği, gücünün yetmeyeceği hiç bir hüküm yoktur. Allah’ın insanlara verdiği güç ve kuvvet, yüklediği sorumluluklardan daha geniş ve daha büyüktür. İslam dininin koyduğu emirler, insanı olgunlaştırmak ve daha yüksek bir hayata hazırlamak içindir. İslam’da zorlama yoktur. Bu İslam’ın evrensel oluşunun bir özelliğidir. İslam prensiplerinin en başta geleni, kolaylaştırma, kolayı emretme ve kolay olanı istemedir. Allahu Teâlâ (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de “…Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara, 2/185); “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (Bakara, 2/286); “Allah, sizden (yükümlülüklerini) hafif letmek istiyor. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) buyurmaktadır. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere İslam her alan da kolaylığı tercih etmiştir.
HASETTEN KAÇINMAK: Haset, kişinin başkalarının sahip olduğu değerleri kıskanması, onlara yalnız kendisinin sahip olmasını arzu etmesidir. Yüce Allah: “De ki: …hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım.” (Felak, 113/1-5); “Yoksa, insanları Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği şey dolayısıyla kıskanıyorlar mı?…” (Nisa, 4/54) buyurmuş, Sevgili peygamberimiz de: “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir.” (Ebu Dâvud, “Edeb”, 44); “Size önceki ümmetlerin hastalığı sirayet etti: Bu, hased ve buğzetmektir. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır.” (Tirmizî, “Sıfatu’1-Kıyâme”, 57) buyurmak suretiyle hasedin tehlikelerine dikkat çekmişlerdir.
TOPLUMSAL SORUMLULUKLAR: Toplumun huzur ve mutluluğunun sağlanması, bireylerin karşılıklı sorumluluklarını yerine getirmeleri ile mümkündür. Nitekim Rabbimiz “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 3/110) buyurarak bireylerin topluma karşı olan görev ve sorumluluklarına işaret etmektedir. Müslümanlar arasındaki sorumluluk bilinci, katı bir görev ahlakına değil, sevgi ve muhabbete dayalıdır. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ifadesiyle: “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Müslim, “Birr” ve “Sıla”, 66)
ANA GİBİ YAR OLMAZ: Anne sevgisi Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği asil bir duygudur. Çocuk kaç yaşına gelirse gelsin ana gönlü ona hiç değişmeyen şefkat ve rikkat ile bakar. Onun nazarında sanki o hiç değişmemiş gibidir. Anne şefkat ve fedakârlık kaynağıdır. Dünyada karşılığı beklenmeden gösterilen sevgi ve fedakârlık, annenin evladına karşı beslediği muhabbet ve fedakârlıktır. Bizlere Allah sevgisini, vatan muhabbetini ilk önce annelerimiz telkin ederler. Kur’an ana ile babaya sevgi göstermeyi tek Allah’a kulluk etmek akidesiyle birlikte emreder (Nisâ, 4/36). Peygamberimiz (s.a.s.) ise “Cennet anaların ayakları altındadır.” (Ahmed, III/429) buyurmuştur.
SABIR: Sabır, nefse ağır gelen şeylere katlanmak, bir hakkı müdafaa etmek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, musîbetlere karşı sabretmektir. Güçlükler karşısında paniğe kapılmayıp, sabredenlerin mükâfatının hesapsızca verileceği müjdelenmiş ve onlar övülmüştür. (Zümer, 39/10; Bakara, 2/153). Peygamberimiz (s.a.s.); “Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir” (Tirmizi, “Birr”, 76) buyurmaktadır. Acı bir olayla karşılaşıldığında ilk anda gösterilen sabır önemlidir. (Buhârî, “Cenâiz”, 32) Kur’an-ı Kerim’de; İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa erecekleri haber verilmiştir. (Asr, 103/1-3)
İNSANLARLA GÜZEL GEÇİNMEK: İnsanoğlu yaratılış özelliği itibariyle insanlarla aynı ortamı paylaşmak ve insanî ilişkiler kurmak zorundadır. Bu ilişkiler sırasında insan karşısındaki insanlarla iyi geçinmeli ve onlara güzel ahlakla muamele etmelidir. Peygamberimiz, hangi mü’min daha faziletlidir sorusuna; “elinden ve dilinden diğer insanların emniyette olduğu kimsedir.” diye cevap vermiştir. (Buhari, “İman”, 4) Bu bağlamda Mü’min, etrafına zarar veren, geçimsiz insan değil. Bilakis çevresiyle uyumlu ve geçim ehli olan insandır. Peygamberimiz (s.a.s.); “Mü’min başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kimsedir. İnsanlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen insanda hayır yoktur.” (Ahmet b. Hanbel, II, 400) buyurmuştur.
ALLAH’A GÜVENMEK (TEVEKKÜL): Tevekkül, dini bir tabir olarak insanın Allah’a güvenmesi ve O’na bağlanmasıdır. Kalple ilgili bir amel olan tevekkül, Allah’ın; çalışanın emeklerini boşa çıkarmayacağına, vaadini yerine getireceğine, mutlak adil olduğuna, bütün olup biteni sonsuz ilim ve hikmetiyle çekip çevireceğine inanmak, kişinin kendisine düşen vazifeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’tan beklemesi demektir. Peygamberimiz “Deveyi bağlayayım mı, yoksa salıverip de mi Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorana “Deveyi bağla da öyle tevekkül et.” buyurmuştur. (Tirmizi, “Kıyame”, 60) Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy da bu konuyu şöyle özetler: “Allah’a dayan, sâye sarıl, hikmete râm ol Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol”
HIRS VE TAMAH: Hırs ve tamah sözlükte; aç gözlülük, bir şeyi şiddetle arzu etme, ona aşırı derecede tutkun olma, sonu gelmeyen isteklerde bulunmak gibi anlamlara gelmektedir. Ahlaki terim olarak da, belli bir amaca ulaşmak için kişinin bütün benliğini saran arzu ve tutkudur. Bu konuda Peygamberimiz, “İnsanoğlunun iki vadi dolu altını olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister, onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buharî, “Rikak” 10) buyurmuştur. Müslüman tamahkâr olmamalıdır ve başkalarına zarar vereci işlerden kaçınmalıdır. Aşırı hırs ve tamahın esiri olan kimseler, kendilerine zarar verdikleri gibi, sosyal hayatın düzenini de bozarak haksızlıklara ve zulme yol açtıklarını asla unutmamalıdırlar.
NAZAR: Bir şeye bakmak anlamına gelen nazar, İslami kaynaklarda “isabeti ayn” olarak geçen ve kültürümüzde daha çok nazar değmesi, nazara gelmek, nazara uğramak, göz değmek tabirleri kullanılan “nazar”, özellikle kişinin insana, hayvana veya güzel bir eşyaya bakarak ona etki etmesi, zarar vermesi anlamında kullanılmaktadır. Peygamberimiz “Göz değmesi gerçektir.” (Buhari, “Tıp”, 36) buyurmuştur. Fatiha, İhlas, Felak ve Nas surelerini okuyarak, Allah’a dua ederek nazardan kurtulmak mümkündür. Maddi ve manevi her türlü hastalığın tedavisi için doktora gitmek, tedavi etmek asıldır. Ancak şifayı verenin Allah olduğu unutulmamalıdır. Peygamberimiz kötülüklere karşı “Yaratıklarının şerrinden tam kelimeleriyle Allah’a sığınırım” şeklinde dua edilmesini de tavsiye etmiştir. (Ebu Davut, “Tıp”, 19)
YAŞLILARA SAYGI: Yaşlıların toplumdan kopmadan bu dönemlerini huzur içinde geçirmeleri için gençlere büyük görevler düşmektedir. Yaşlılara karşı minnet duyguları içinde olunmalı; sevinçleri, üzüntüleri daha çok paylaşılmalı, onlara daha çok sevgi, saygı ve hürmet gösterilmelidir. Yaşlılara gösterilecek ilgi öncelikle aile içinden gelmelidir. Gençliğin güzelliği gibi, ihtiyarlığın zorluğu da bilinmeli ve buna göre davranılmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra, 17/23) denilerek yaşlılara iyi davranılması emredilmiştir.
PEYGAMBERLİK VE VAHİY: İnsanları yoktan var eden Yüce Allah onları başıboş bırakmamıştır. Kendilerine kutlu elçiler olan peygamberler aracılığıyla kitaplar göndermiştir. Peygamberlik Allah vergisidir. Dolayısıyla, çalışmakla elde edilemez. Peygamberler vahiy yoluyla haber alırlar. Vahiy, Yüce Allah’ın dilediği şeyleri peygamberlerine, mahiyeti bizce bilinemeyen bir yolla bildirmesi, Allah’la elçisi arasında bir çeşit gizli ve süratli haberleşme, Allah’ın elçisinin kalbine indirdiği şey demektir. Vahiy bir haldir. Onun nasıllığını ve niteliğini ancak onu yaşayan peygamberler bilir. O, Allah’la peygamberi arasında bir sırdır. Ancak vahyin geliş şekilleri ve peygamberde meydana getirdiği etkiler sahabe-i kiram vasıtasıyla bilinmektedir.
PAYLAŞMA BİLİNCİ: İnsanız ve bir toplum hayatı içinde yaşıyoruz. Yardımlaşma duygusunun, paylaşmanın ne kadar insanî bir duygu olduğunu da biliyoruz. Çünkü yüce dinimiz İslâm bize her konuda yardımlaşmayı öğütlüyor. Kitabımızda Rabbimiz şöyle buyuruyor; “İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın.” (Maide, 5/2) Zenginle fakirin bir arada yaşadığı toplumlarda yardımlaşma en temel birlik unsurudur. Zaten bize Hakk’ın emridir, Peygamberimizin düsturudur. Yardımlaşma ile aradaki uçurumlar ortadan kalkar, paylaşma ile gönüller kaynaşır, Allah için dünyada iken verilen hayırlar, tasadduk edilen şeyler kabirde kandil kandil nurdur. Kur’an diliyle cennetlikler tarif edilirken; “Mallarından muhtaç ve mahrumlara hakkını verenler” (Zariyat, 51/15-19) müjdelenmiştir.
SİHİR VE BÜYÜDEN SAKINMAK: İnsanları hile ve desise yoluyla aldatmak suretiyle istismar etmek gibi anlamlara gelen büyü, sihir, cincilik, muskacılık ve üfürükçülük insanın fıtratını etkilemeye ve değiştirmeye yönelik şeytanî işlerdir. Büyüye inanmak, sihirbazlara değer vermek de Allah’a şirk koşmak kadar vahim ve kötü bir iştir. İslam, sihir ve büyü gibi yollarla fıtratın seyrine ve kişilerin hayatına müdahale etmenin şeytan işi sahtekârlık ve küfür olduğunu belirtir. (Bakara, 2/102) Kur’an’da sihirbazların iflah olmayacakları ve kurtuluşa eremeyecekleri vurgulanır. (Tâ-hâ, 20/69-77) Bu itibarla Felak ve Nâs sûrelerinde müminlere büyücülerin şerrinden ve şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınmaları emredilir.
İSLAMDA DÜNYA AHİRET DENGESİ: İnsan belli bir süre yaşamak üzere dünyaya gönderilmiştir. (Bakara, 2/36) İnsanın asıl yurdu ise ahiret hayatıdır. (Ankebût, 29/64) İnsan, bu dünyada hem dünyevî ihtiyaçlarını karşılamakla, hem de ebedî hayatını kazanmakla yükümlüdür. Mümin, ne dünyaya dalıp ahiretini unutmalı, ne de dünyadaki sorumluluklarını bir kenara bırakmalıdır. Dinimiz, “ahireti unutan ve sadece dünyaya yönelen” yaşam tarzını yasaklamış, dünya hayatından başka hedefleri olmayanların ahiretten nasiplerinin olmadığını belirtmiştir.(Bakara, 2/200) Bu nedenle ahirete hazırlık yapılmalıdır. (Haşr, 59/18) Dünya ahiret dengesi hususunda şu ayet son derece önemli mesajlar verir: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas, 28/76, 77)
HELAL KAZANÇ: Allah insanı ihtiyaç içinde yaratmıştır. Hava, ışık gibi temel ihtiyaçlar doğrudan O’nun tarafından ve bedelsiz olarak ihsan edilmektedir. Yeme, içme giyinme gibi ihtiyaçlar da çalışmamıza bağlı olarak yine O’nun tarafından dolaylı olarak bahşedilmektedir. Ancak bunları elde etmek için hem yaptığımız iş ya da işler meşru olmalı hem de o işi yapma biçimimiz tamamen helal nitelik taşımalıdır. Hz. Peygamber insanları çalışmaya teşvik etmiş, en faziletli kazancın şüpheli olmayan yollardan insanın bizatihi kendi eliyle çalışarak elde ettiği helâl kazancı olduğunu belirtmiştir. (Ahmed b. Hanbel, III, 466; IV, 141) Yine O, başka bir hadisinde yemesi, içmesi, giyimi haram olanların dualarının kabul edilmeyeceğini ifade ederek (Tirmizî, “Tefsir”, 37) helal kazancın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiştir.
TEVHİD İNANCI: Hak dinin özünü ve temelini ifade eden kavram, tevhid Yüce Allah’ın “Bir”liğidir. Bu, Yüce Allah’ı tek İlah olarak kabul etmek ve O’ndan başka hiçbir varlığa kulluk etmemek anlamına gelir. Ancak bazı insanlar Allah’a inandıklarını söyleseler de kendilerine başka ilahlar edinerek şirk koşarlar. Bu insanları yanılgıya düşüren neden ise tevhid inancını doğru kavramamalarıdır. Dolayısıyla Allah Teala’nın tek İlah olduğuna iman etmek çok önemlidir. Çünkü Yüce Rabbimiz, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. O Rahmân’dır, Rahîm’dir (bağışlayan ve esirgeyendir).” (Bakara, 2/163)
MADDE BAĞIMLILIĞI: Madde bağımlılığı, bireysel ve toplumsal açıdan insan sağlığını tehdit eden bir durumdur. İçki, sigara veya uyuşturucu bağımlığı gibi farklı şekillerde karşımıza çıkan ve gittikçe yaygınlaşan madde bağımlılığı, başta gençler olmak üzere insanları adeta esir almaktadır. Merak sebebi ile veya içinde bulunduğu kötü psikolojik durumun ya da kötü çevrenin etkisi ile kişi, bu maddelerin tuzağına düşebilmektedir. Ancak insan, bir kereliğine diyerek başladığı bu zararlı alışkanlıkların pençesinden kolay kolay kurtulamamakta ve maddimanevî ağır bedeller ödemek zorunda kalabilmektedir. Oysa Allah Teâlâ vücudumuzu ve ömür sermayemizi bizlere emanet olarak vermiştir ve gün geldiğinde insan bunlardan hesaba çekilecektir.
ADALETTEN AYRILMAMAK: İslam’ın en temel erdemlerinden biri olan adalet, her hak sahibine hakkının verilmesi, kimseye haksızlık edilmemesi demektir. İslam’da adalet insanlar arasında sınıf ve statü farkı gözetilmeksizin herkese karşı ve Allah için uygulanır. Adalet, kişinin kendine ve toplumun diğer bireylerine karşı her zaman ve her şart altında gözetmek durumunda olduğu; hak, eşitlik, denge, orta yol gibi değerleri bir araya getiren bir erdemdir. Adalet, mülkün yani yönetimin temelidir. Hukukta, mirasta şirket vb. paylaşımlarda kalıcılığın ve devamlılığın birinci şartıdır. Fert ve toplum için huzur ve güven kaynağıdır. Allah adaleti emretmiş, zulmü ise yasaklamıştır.
CAMİ ADABI: Camiler Allah’ın evleri olduğu için oraya bu inanç ve bilinç ile girilir. Orada O’ndan başkasına ibadet edilmez. İbadet mekanı olduğu için, orada namazın yanı sıra dua, zikir, tesbih ve tefekkür edilir. Camiye girince vakit uygunsa iki rekat “tahiyyetü’l-mescid” namazı kılınır, sessizce oturulur vaaz veya Kur’an dinlenir, yahut okunur. Camiye, abdestli ve temiz giysiler giyilerek gidilir. Sağ ayakla girilir, solla çıkılır. Soğan-sarımsak, sigara vb. kötü kokularla gelinmez. Alış-veriş, kayıp ilanı ve lüzumsuz konuşma yapılmaz. Namazlarda saflar sık ve düzgün tutulur, boşluklar doldurulur, öne geçmek için omuzlardan atlanmaz, cemaate yetişebilmek için koşulmaz.
TEFEKKÜR: İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan özelliklerinin başında tefekkür edebilmesi, varlıklar ve hadiseler karşısında aklını kullanması gelir. Hakikate ve hikmete ulaşmanın en önemli yolu olarak tefekkür, Kur’an-ı Kerim’de en çok vurgulanan konulardandır. (Âli İmrân, 3/190, 191) İnsanlık tarihi boyunca ortaya konmuş bütün anlamlı birikimin kaynağında düşünme, sorgulama ve tefekkür vardır. “Allah kime hayır dilerse onu dinde derin ve ince bir anlayış sahibi kılar.” buyuran (Buhari, “İlim”, 13) Allah Resulü’nün (s.a.s.), ilahî vahye mazhar olduğunda Hira Mağarasında tefekkür halinde olması ne kadar da anlamlıdır. (Buhari, “Ta’bîr”, 1)
HASTALARI ZİYARET ETMEK: “Müslümanın müslüman üzerindeki haklarından biri de hastalandığında onu ziyaret etmektir.” (Tirmizî, “Edeb”, 1) Hastaları ziyaret etmek Peygamberimizin (s.a.s.) sünnetidir. Hasta bir mü’mini ziyaret eden kişi, hem hastaya moral verir, hem de kendisi sevap kazanır. Hastaları ziyaret etmek, cenazeleri takip etmek Ahireti hatırlatır. Hasta ziyaretinde “Geçmiş olsun” denilir ve hastaya dua edilir. Hastalığın imtihan olduğu, hastalıklara karşı tevekkül edilmesi gerektiği söylenir. Müslüman ve gayrı müslim bütün hasta olan insanlar ziyaret edilmeli, hastaya yalnız olmadığı hissettirilmeli, moral ve yaşama sevinci verilmelidir. Ziyaretten sonra da hastayla ilgi kesilmemelidir.
İMAN VE BİLGİ BİRLİKTELİĞİ: Dinimiz bilime çok önem vermiş ve bunu, inen ilk ayette “Oku” emri ile vurgulamıştır. Bununla, insanın kendisini, varlığı, evreni ve olayları okuyup incelemesini kapsar. Bu inceleme ve okumaktan asıl maksat, insanın Yüce Rabbi’ni tanıması ve O’nun var ve bir olduğuna iman etmesidir. Akıllı ve ergenlik yaşına gelmiş olan her erkek ve kadının, Allah’ın varlığına ve birliğine inanmasının farz olması, imanın bilgi ile yakın ilişkisini ortaya koymaktadır. Çünkü Allah (c.c.), insanı, bu bilgiye ulaşabilecek yapıda yaratmıştır. İnsandan beklenen iman, bilgiye dayanan bilinçli bir inanmadır. Aksi halde bilgiye dayanmayan iman taklidi olmaktan öteye geçmeyecektir.
YALAN VE HİLE: Yalan ve hile, insanları söz veya davranışlarla aldatmaya yönelik gerçekleştirilen iki davranıştır. Dürüst davranmayarak, sahtekârlık yaparak, insanlara gerçek dışı, yanlış sözler söylemek, insanlar arasındaki sevgi, saygı ve güvene dayalı ilişkilere büyük zarar verir. Yalan söyleyerek veya hile yaparak başkalarını kandırdığını düşünen kişi, esasında kendisini kandırmakta, kendi saygınlığını ve onurunu zedelemektedir. Bireysel veya toplumsal açıdan büyük sorunlara sebep olan bu davranışları İslam dini yasaklamıştır. Nitekim Kur’an’da “…Yalan sözden sakının” (Hac, 22/30) buyrulmakta, Rasûlullah (s.a.s.) da “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, “İman”, 164) uyarısıyla insanları bu tür davranışlardan sakındırmaktadır.
MİSAFİRE İKRAM: Dinimizin bizlere yüklediği önemli görevlerden biri de misafiri ağırlayıp ona ikramda bulunmaktır. Misafiri güler yüzle karşılamak, ona izzeti ikramda bulunmak, hanemizden hoşnut olarak yolcu etmek insani ve İslami görevimizdir. Nitekim Peygamber Efendimiz misafire ikramda bulunmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikram etsin…”(Buhârî, “Edeb”, 15; Ebû Dâvûd, “Et’ime”, 5) Başka hadislerinde de misafirin duasının kabul olan dualar arasında olduğunu (Tirmizî, “Deavât”, 47), misafirin ağırlandığı ev halkına hayır ve bereketin mutlaka ulaşacağını bildirmiştir (İbn-i Mâce, “Eti`me”, 55). Misafirlere ilgi göstermek ve gerekli ikramı yapmak, dinimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün bizlere bıraktığı en güzel mirasımızdır.
ORUCU ANLAMAK: Oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar yemek, içmek ve cinsi ilişkiden uzak durularak yapılan bir ibadettir. Oruç; yalnızca Allah’ın emrini yerine getirmek ve rızasını kazanmak için tutulur. Allah’ın bütün emirlerinde olduğu gibi, oruç ibadetinde de birçok hikmetler, insan için maddi ve manevi faydalar vardır. Oruç, iyi bir irade terbiyesi, kötü alışkanlıklardan uzaklaştıran, iyi huylar kazandıran bir ahlak eğitimidir. İnsana Allah’ı hatırlatarak sorumluluk duygularını geliştirir; davranışlarını kontrol altına alarak bütün kötülükten uzaklaştırır. Oruç tutan, açlığın ne olduğunu bizzat tattığından, fakirlerin sıkıntısını anlar ve onlara yardım elini uzatarak toplumun huzur ve mutluluğuna katkıda bulunur.
RAMAZAN AYI: Yüce Allah’ın sayısız lütuflarından birisi de, bütün güzellikleriyle, maddî ve manevî bereketleriyle mübarek Ramazan ayıdır. Ramazan ayı, ibadet, rahmet ve mağfiret ayıdır. Bu ay, yardım, bağış ve ihsan ayıdır; bir yıllık maddî ve manevî kirlerden temiz lenerek ruhların arındığı, maddî ve mânevî terbiye ayıdır. İnsanlığı; fikrî ve ahlâkî yozlaşmadan, cehaletten kurtarıp, ilme,medeniyete, edep ve ahlâka yönelten Kur’an-ı Kerîm, bu ayda Rasûlullah Efendimize indirilmeye başlamıştır. Ramazan ayı, insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği aydır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. (Bakara, 2/185)
KULLUĞUN ÖZÜ, İBADETİN RUHU: DUA: Dua: Rahmeti sınırsız, mutlak kudret sahibi olan Allah’a; kulun aczini itiraf etmesi, yaratıcıdan lütuf ve yardım dilemesi, O’na yönelmesi, samimi bir dille gönülden O’na yakarışıdır. Duada amaç, kişinin durumunu Allah’a arz ederek niyazda bulunmasıdır. Dua etmenin özünde Allah’a teslim olmak ve O’na kulluk etme bilinci vardır. Yüce Allah “De ki! Duanız olmazsa rabbim size ne diye değer versin?” buyurmaktadır (Furkan, 25/77). Rabbimize karşı sorumluluğumuzu ve kulluk görevimizi yerine getirirken sadece dara düştüğümüzde değil, her zaman O’nu hatırlamamız kulluğumuzun bir gereğidir. Şunu iyi bilmeliyiz ki dua etmeye ihtiyacı olanlar biz kullarız. Çünkü dua, ümit ve huzur kaynağıdır.
GÜNAHLARDAN SAKINMAK (TAKVA): Din ıstılahında ittika ve takva: İman edip emir ve yasaklarına uyarak, Allah’a karşı gelmekten sakınmak; insana zarar verecek, ilahî azaba sebep olabilecek inanç, söz, fiil ve davranışlardan, günahlardan uzak durmak anlamına gelir. Takva sahibine “muttaki” denir. Takvanın üç mertebesi vardır: 1) Şirk, küfür ve nifaktan korunarak imana sarılmak. (Fetih, 48/26) Kelime-i Tevhid kelime-i takvadır. (Tirmizî, “Tefsir”, 48) 2) Büyük ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoymak, farzları yerine getirmek. (Araf, 7/96) 3) Kalbi, Hak’tan meşgul edecek her şeyden temizleyip Allah’a yönelmektir. (Âl-i İmran, 3/102)
EBEDİ HUZUR YURDU CENNET: Cennet, inananların öldükten sonra kalacakları ebedî mutluluk diyarına verilen isimdir. İnsanlar, belli bir süre için gönderildikleri dünya hayatını tamamladıktan sonra, iman edip Allah katında makbul ameller işlemeleri halinde cennetle mükâfatlandırılırlar. Bu durum Kuran-ı Kerim’de şu şekilde bildirilmiştir: “İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!” (Bakara, 2/25) Cennet sonsuz nimet ve güzellikleri barındırır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kudsi hadiste, Allah Teâlâ’nın sâlih kulları için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiç kimsenin hayal edemeyeceği nimetleri hazırladığını bildirmiştir. (Buhârî, “Bed’ü’l-Halk”, 8)
İNFAK DUYARLILIĞI: İnfak; Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek amacıyla kişinin muhtaçlara mali yardımda bulunmasıdır. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz.” buyuran Yüce Allah inananları rızası için harcama yapmaya teşvik etmiştir . (Ali İmran, 3/92) Kur’an’da infak edenlere büyük mükâfat olduğu (Hadid, 57/7) onların mallarının da asla eksilmeyeceği (Enfal, 8/60) beyan edilmiştir. İnfakın Allah rızasına uygun olabilmesi için şu hususlara dikkat edilmelidir. 1. İnfak gösterişten uzak olmalı, yalnız Allah rızası için yapılmalıdır. 2. Yardım yapılan kişinin onurunu zedeleyecek davranışlardan sakınılmalıdır. 3. Yapılan yardım iyi ve kaliteli mallardan seçilmelidir. 4. İnfakın amacına ulaşabilmesi için gerçek ihtiyaç sahipleri tespit edilmelidir.
CEMAATLE NAMAZIN FAZİLETİ: Sevgili Peygamberimiz farz namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş, “cemaatle kılınan namazın tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletli olduğunu” (Buhari, “Ezan”, 30) söylemiştir. Kendisi de farz namazlarını devamlı cemaatle kılmıştır. Ayrıca “Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa gecenin yarısını namaz kılarak geçirmiş, kim de sabah namazını cemaatle kılarsa bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibidir” buyurarak (Müslim, “Mesâcid”, 260) cemaatle namazın önemine dikkat çekmiştir. Buna mukabil O, cemaatten ayrılmayı sürüden ayrılmak olarak nitelendirmiştir. (Ebu Davud, “Salat”, 47) Cemaatle namaz birlik, beraberlik duygularını geliştirir. Kişiyi yalnızlık ve dışlanmışlıktan korur. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya zemin hazırlar.
AFFETMEK ALLAH’A YAKLAŞMAKTIR: İnsanların hatalarını affetmek ve kusurlarını örtmek, en mühim ahlakî vasıflardan biridir. Cenâb-ı Hakk’ın hoşnut olduğu bu güzel davranış, iman ve ahlakın yükselişine işaret eder. Allah Teâlâ’nın ism-i şeriflerinden de biri olan “el-Afüv”, O’nun affediciliğinin delilidir. Affetmek, Allah’ı sevip ve Kur’an’ın ahlakı ile ahlaklanmanın doğal bir sonucudur. Şahsına yapılan hatalar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir acizlik gibi görünse de gerçekte bunun bir yükseliş ve allah’a yakınlık olduğunu Hz peygamber şu şekilde ifade eder. “Kul başkalarının hatalarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyadeleştirir…” (Tirmizî, “Birr”, 82)
İMANI YAŞAMAK: İman, kişinin bütün benliği ile bir şeye inanması; o şeyle ilgili kalbinde hiçbir şüphe duymamasıdır. Allah’ın (c.c.) kullarında aradığı ilk şey kendisine ve bildirdiklerine kayıtsız şartsız iman etmeleridir. Bu imanı yerine getiren bir mümin, inandıklarını fiiliyata geçirmekle de sorumludur. Çünkü inancın samimi olması bunu gerektirir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde imanla amel birlikte zikredilmiştir. Nitekim yüce Rabbimiz şu ayet-i kerimede, inananlardan imanlarıyla birlikte ‘salih amel’ işlemelerini de istemiş buna uyanların ise mükâfatlandırılacağını vaat etmiştir: “İnanan ve yararlı iş yapan kimseler için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer vardır.” (Ra’d, 13/29)
ZAMANI İYİ DEĞERLENDİRMEK: İnsanın sahip olduğu en önemli nimetlerden biri kuşkusuz zamandır. Kazanımlarının büyük bir çoğunluğu, zamanı iyi kullanması ile doğrudan ilgili olmasından dolayı, insan için zamanın kıymeti bir kat daha artmaktadır. Geri döndürülemez oluşu ve kaybedildiğinde telafisinin mümkün olmaması, zamanın iyi değerlendirilmesi konusunda insanı daha hassas olmaya zorlamaktadır. Bu hususa dikkat çeken Sevgili Peygamberimiz “Şu iki nimetin değerini bilme konusunda insanların çoğu aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” (Tirmizi, “Zühd”, 1) buyurmuştur. Zamanın israf edilmesi de maddî herhangi bir şeyin israfından farklı değildir. Bu bakımdan, vaktin boş geçirilmesi dinimizce hoş görülmez.
MİRACIMIZ NAMAZ: Namazın hikmetlerinden biri de, namaz kılan kişinin Yüce Allah’ın kudret ve kuvvetini, rahmet ve azabını zihnine nakşederek kendisini her türlü kötülüklerden ve çirkinliklerden alıkoymasıdır. Namaz kişinin Allah’ı sürekli hatırlamasına vesile olur. Bir ayette “O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl” (Tâhâ, 20/14) buyrulmaktadır. Cenabı Hakk’ın namazı Mi’rac gecesi emretmiş olması (Buhârî, “Salât”, 1), bu ibadetin müslümanın dinî ve ruhanî hayatında ne denli bir öneme sahip olduğunu gösterir. Namaz kulun Allah’a ulaşması ve kavuşması yolunda önemli bir vasıta olduğu içindir ki, “Namaz müminin mi’racıdır” denilmiştir.
YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA: Yüce Allah insanları birbirine muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. Kullarından bir kısmına fazla, bir kısmına daha az imkânlar vermiş, güçlü-zayıf, zengin-fakir arasındaki sosyal dengenin korunması için yardımlaşma ve dayanışma esasını getirmiştir. Evrensel bir değer olan adaletin, toplumsal barışın ve mü’minler arasındaki kardeşlik hukukunun bir gereği olan yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneği; hicret sonrası Ensar ve Muhacir tarafından sergilenmiştir. Peygamberimiz; “Mü’minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve şefkat göstermede tıpkı bir vücut gibidirler. Vücudun bir uzvu rahatsızlanırsa, diğer uzuvlar da onun rahatsızlığına ortak olurlar.” (Buhari, “Edep”, 27) buyurmuştur.
ZEKATI ANLAMAK: Zekât, Müslüman bireyin sahip olduklarından vazgeçebilmesinin ve imanda samimiyetinin göstergesidir. Diğer yandan zekât, Müslümanların yaşamı paylaşmalarının da gereğidir. Helal mallarımız kendi kazancımız olduğu kadar Allah’ın bir ikramıdır da. Çünkü kişisel çabalarımız her zaman kazanç getirmez. O yüzden zekât, Allah’ın mallarımızdaki hakkıdır. Bu hakkı ihtiyaç sahiplerine ulaştırarak öderiz. Sosyal adaleti sağlayan ve alım gücünü yayan zekât, mülkiyeti de teşvik eder. Kazancın ve servet sahibi olmanın maddî ve manevî zeminini inşa eder. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah’ın, kendilerine lütfettiklerinde cimrilik edenler, sanmasınlar ki o, kendilerinin hayrınadır; bilakis onların şerrinedir…” (Âl-i İmran, 3/180)
NAMAZI ANLAMAK: Namaz dinin direğidir. Namaz, insanı kötülüklerden uzaklaştıran, onun güzel ahlak sahibi olmasını sağlayan ve Yüce Allah ile bağını sürekli canlı tutan bir ibadettir. Namaz, ruhun gıdasıdır. Müslümanların bu günlük ibadetinin dini hayatlarında çok önemli bir yeri vardır. Müslüman’ın kesintisiz bir şekilde Rabbi ile bağlantısını sağlayan nimettir. Namaz, müminin miracıdır. Allah’ın huzurunda duruştur. Mü’min namaz sayesinde Yüce Allah’ın manevî huzuruna yükselir ve O’na yaklaşmış olur. Kur’an-ı Kerim’de: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar…” buyurulmaktadır. (Ankebut, 29/45) Namaz bir samimiyet eğitimidir. Namaz kılan insan samimiyeti ve içtenliği öğrenir. Namaz, manevî hayattan başka maddî hayata da canlılık verir. Namazı böyle anlamak ve algılamak gerekir ki ibadet amacına ulaşsın.
AHİRET İÇİN AZIK: Allah’tan başka her şeyin mutlaka bir sonu vardır. Kıyamet günü LANMASI her şey yok olacak, Allah’tan başka hiçbir canlı kalmayacaktır. İnsanlar öldükten sonra tekrar dirilecek ve dünyada yaptıklarının hesabını Allah’a vereceklerdir. Allah’a hesap vereceğini bilen insan, O’nun emirlerini dinler, yasakladıklarından sakınır. Peygamberimizi örnek alarak onun sünnetlerine uyar, güzel ahlakıyla ahlaklanmaya özen gösterir. Ailesine, milletine ve vatanına karşı görevlerini yerine getirir. Akrabalarına ve komşularına iyi davranır. Hile ve haksızlıktan, başkalarını aldatmaktan kaçınır. Herkese iyilik yapmaya, ahiret için azık hazırlamaya gayret eder. Dünyadaki yaptıklarından ahirette hesaba çekileceğine inanan insan, davranışlarına dikkat eder ve kalbini her türlü kötü duygulardan arındırmaya çalışır.
KURAN IŞIK KAYNAĞIDIR: Yüce Allah’ın beşeriyete son vahyi, Kitabımız Kur’an-ı Kerim Fatiha sûresinden başlayarak Nâs suresi ile biten hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelen tek ilahi kitaptır. Kur’an insanların dünya ve ahiret saadetini bozacak durumlara karşı bir öğüt, gönül dünyalarını aydınlatan manevî bir ışık, hayatlarını sürdürürken başvuracakları bir rehber ve rahmet kaynağıdır. Kur’an, şirki, iman ile uygun olmayan davranışları, ibadet ve tövbe ile; kin, haset ve düşmanlığı, sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma duygularını tavsiye ederek iyiye yönlendirmektedir. Hayat boyu insanlara yol gösteren bir kılavuz ve ışık kaynağıdır. Onu anlayacak, hayatına uygulayacak olan da bizleriz. Gönderiliş gayesi de insanların dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmasıdır.
CENNETİ GARANTİ ETMENİN YOLU: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Siz kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Va’d ettiğiniz zaman vadinizi yerine getirin. Size bir şey emanet edildiğinde emanete riâyet edin. İffetinizi koruyun. Harama bakmaktan sakının ve elinizi haramdan çekin.” (Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, 5/323) Hadiste bizi, dünyada cennet huzuru içinde yaşatacak, ahirette ise hakiki cennete ulaştıracak yüzlerce salih amelden çok önemli altı tanesi sayılıyor ve bunlar Peygamberimiz tarafından cennetin garantisi olarak gösteriliyor. Dolayısıyla hadiste sayılan nitelikler aynı zamanda iman’ın, başka bir deyişle iyi mü’minin özellikleridir.
ZEKAT FAKİRİN HAKKIDIR: Dinimiz, toplumun huzur ve mutluluğuna büyük önem vermiş, bunun için birtakım esaslar koymuştur. Allah, zekâtı farz kılarak zenginlerin mallarından ve paralarından belirli bir kısmını her sene fakirlere vermelerini emretmiştir. Zekât yardım değil, fakirin hakkı ve zenginin yerine getirmesi gereken bir görevdir. Yüce Allah Kur’an’da: “Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (Zariyat, 51/19) buyurmaktadır. Zekât, bir sosyal yardımlaşma sistemidir. Zengin ile fakir arasında doğabilecek dengesizlikleri giderir ve toplumun huzurunun tesis edilmesini sağlar. Zekât, zenginin malını fakirin hakkından temizlediği gibi, kalbini de cimrilikten temizleyerek günahlardan arındırır. Varlıklı Müslümanlar, zekâtlarını ihtiyacı olanlara verdiklerinde hem Allah’ın rızasını hem de insanların sevgisini kazanmış olurlar.
NİMETLERE ŞÜKÜR: Şükür yapılan iyiliğe, verilen nimete karşı nimet sahibine hoşnutluğunu ifade ederek ona değer vermektir. Nimetlere şükür Allah’ın emirlerine itaat etmekle gerçekleşir. Nitekim Kur’an’da;“Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” buyurulmaktadır. Bakara, 2/172 ve Ankebût, 29/17’de; “Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allah’a şükredin”. Nahl, 16/114 de ise; “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız ona ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” buyurularak şükrün önemine dikkat çekilmektedir.
HAYIRDA YARIŞMAK: Hayır, Allah’ın rızasına uygun düşen ve insanların kendileri, aileleri yahut toplum bireyleri için faydalı olan her çeşit tutum ve davranışlardır. Yüce Allah onlarca ayette hayır çeşitlerinden bahsedip bunları gerçekleştirmemizi istemektedir. Maide sûresinin 48. ayetinde ise, “Hayırda yarışın” buyurarak iyi işlerde koşmamızı emretmektedir. Her birimiz kendi imkan ve şartlarımızı dikkate alarak hayırda yarışa girmeliyiz. Bir taraftan Rabbimiz’e iman ve şükürle mukabele ederken bir taraftan da yoksullara, hastalara, yetimlere vb. yardım etmeliyiz. Hayvanlara, bitkilere hatta çevreye karşı duyarlılık göstermeliyiz. Bizim gibi hayır işleyenleri bir çeşit rakip görerek onları geçmeye, daha çok iyilik ve hayır yapmaya yönelmeliyiz.
İNFAK VE SADAKA: İnfak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla kişinin kendi servetinden harcamada bulunması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî yardım etmesidir. İnfak, hem farz olan zekâtı hem de gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı ve sadakayı içerir. İnsanın sahip olduğu servetin gerçek sahibi Allah’tır. O’nun emanet olarak verdiği servetten başkalarına vermek gerekir (Nûr, 24/33). İnfâkın sevabı bire yedi yüz olarak bildirilmiştir (Bakara, 2/261). Kur’an’da mü’minlerin özellikleri arasında infâk da zikredilmiştir (Bakara, 2/2-3). İnfâk ve tasadduk gösterişten uzak, yalnız Allah rızası için yapılmalı; malın iyisinden vermeli; verirken özellikle gerçek ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmalıdır (Bakara, 2/261-274).
KURAN AHLAKIYLA AHLAKLANMAK: Ahlak, insanın ruhunda yerleşen meleke ve alışkanlıklardır. Bu meleke ve alışkanlıklar kendi isteğimizle fiil ve davranışlarımızı meydana getirir. Organlarımızın hareketleri ruhumuza bağlıdır. Ruhumuza güzel huylar, iyi alışkanlıklar yerleşirse organlarımızın fiil ve davranışları iyi olur. Ruhumuza kötü huy ve fena alışkanlıklar yerleşirse organlarımızın fiil ve davranışları kötü olur. Söz ve davranışlarımızın iyi, ahlakımızın güzel olabilmesi için ruhumuz kötü huylardan temizlenmelidir. İslam, güzel ahlak olduğuna göre, Müslüman da güzel ahlak sahibi olmalıdır. İmanın meyvesi güzel ahlaktır. İyi ve güzel ahlak sahibi olmayan kimse meyvesiz ağaç gibidir. Müslüman, Allah’ın ve Peygamberin sevgisini iyi davranışları ve güzel ahlakı sayesinde kazanır.
SILA-İ RAHİM: Akrabalık ilişkileri anlamına gelen “sıla-i rahim” konusunda insanoğlu bir çok ayette uyarılmaktadır: “… Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının…” (Nisâ, 4/1), “Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl, 16/90) Yine Peygamberimiz de “Akrabalık bağını koparan (cezasını çekmeden) cennete giremez” (Buhârî, “Edeb”, 11; Müslim, “Birr”, 18-19), “Faziletli işlerin en üstünü senden ziyareti kesen akrabanı ziyaret ederek ilişkiyi sürdürmendir” (Ahmed, III, 438) buyurmaktadır. Akrabayı ziyaret etmek, onların ihtiyaçlarını öncelikli olarak gidermek, onlarla dargın durmamak olarak özetleyebileceğimiz sıla-i rahimi sürdürmek farz, kesmek haramdır.
ŞEVVAL ORUCU: Kamerî takvime göre, oruç ayı Ramazan’dan sonra Şevval ayı gelmektedir. Ramazanı oruçlu geçiren müminler bu ayda da altı günlük Şevval Orucu’nu tutarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu tavsiye ve müjdesine nail olurlar: “Her kim Ramazan orucunu tutar, sonra buna Şevval ayında altı gün daha eklerse bütün yıl oruç tutmuş gibi olur.” (Müslim, “Sıyâm”, 204) Müstehab olan Şevval orucunun peş peşe tutulması daha faziletli olmakla beraber ara verilerek tutulmasında da bir sakınca yoktur. Kaza ve adak oruçlarının Şevval ayında tutulmasıyla da aynı sevap kazanılır.
GÜLER YÜZLÜ OLMAK: İnsanî ilişkilerin ve toplumsal bağların güçlenmesinde güler yüzlü olmak son derece önemlidir. Hz. Peygamber’in en önemli vasıflarından biri “güler yüzlü” olmasıdır. Sahâbîlerden Abdullah b. Hâris (r.a.) “Rasûlüllah’tan daha çok tebessüm eden kimse görmedim” demiştir. (Tirmîzî, “Menâkıb”, 10) Hz. Peygamber (s.a.s.) sürekli tebessüm eder; fakat kahkaha ile gülmezdi. (Buhârî, “Edeb”, 68; Müslim, “İstiskâ”, 16) O, “güler yüzlü olmanın” “sadaka” olduğunu belirtmiş (Müslim, “Birr” 144); kendisinden tavsiye isteyen bir sahâbîye de “Hiçbir iyiliği hor görme; kardeşinle güler yüzlü bir vaziyette konuş; çünkü bu da bir iyiliktir.” (Ebû Dâvûd, “Libâs”, 24) buyurarak toplumsal ilişkilerde güler yüzlü olmanın önemine vurgu yapmıştır.
MÜMİN NEMELAZIM DEMEZ: İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, inanan insanların en önemli görevlerindendir. Bunu yapmak, her zaman çok kolay olmayabilir. Yine de Müslüman, gördüğü bir kötülük karşısında “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyemez. “Neme lazım, ben karışmayayım” diyemez. Gördüğü kötülüğü eliyle veya diliyle düzeltir. Bunlara gücü yetmiyorsa da kötülüğü görmezden gelmez, en azından buğz eder. İyilikleri yaygınlaştırmak için Allah tarafından görevlendirildiği bilinciyle, ailesinden başlamak üzere sesinin ve elinin ulaştığı her yerde iyiliği yaygınlaştırmaya, kötülüğü engellemeye çalışır. Zira, “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar…” (Tevbe, 9/71)
KARABORSACILIK: Karaborsacılık insanların ihtiyaç duyduğu ticari malları stoklayarak, fiyatları yükseldiğinde satma anlamına gelmektedir. Başta İslam olmak üzere bütün din ve hukuk sistemlerinde yasaklanan bir haksız kazanç çeşididir. Karaborsacılık diğer adıyla ihtikar fiyatların yükselmesine sebep olan, halkın alım gücünü azaltıp onları sıkıntıya sokan toplumsal barışı ve ahlakı bozan egoistçe bir davranıştır. Allah Resûlü de karaborsacılık yapanlar hakkında “Fiyatları artırmak için Müslümanların fiyatlarına (piyasalarına) müdahale eden kişiyi Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde büyük bir ateş üzerine oturtması kaçınılmazdır.” (İbn Hanbel, V, 28) buyurarak bu açgözlü insanların hazin sonlarına dikkat çekmiştir.
KUMAR: İnsanlar için helal olan kendi emeği ve alın teri ile kazandıklarıdır. Ancak, kısa yoldan mal ve para kazanma hevesi bazı insanları kumar illetine bulaştırmaktadır. Kumar, bir kimsenin kaybettiği malı başka bir kimsenin kazancına dönüştüren eylemdir. Bu illet, insanda kazanma hırsını artırarak kişinin hem bedenini hem de ruhunu hasta eder. Ailenin geçimi için kazanılan mallar heba olup gider. Böylece kişi iflasın eşiğine gelir. Müslüman bir kişi ise Allah’ın “Ey inananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.” (Maide, 5/90) ayetine kulak vererek asıl kurtuluşu yakalayacaktır.
HESABA ÇEKİLMEDEN ÖNCE KENDİMİZİ HESABA ÇEKELİM: Dünya hayatında insanlar çoğu zaman anlamsız uğraşlara dalarak günlerini tüketebilmektedirler. Oysa Kur’an’ı Kerim dünyada yaptığımız her şeyden hesaba çekileceğimizi bize hatırlatmaktadır. Yaptığımız her şey kayıt altındadır ve bize olumlu veya olumsuz bir dönüşü olacaktır: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. “Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter” denecektir.” (İsra, 17/13-14). “Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın”. (Haşr, 59/18) Dolayısıyla dünyada sürekli kendimizi hesaba çekerek kitabımızı hayırlı davranışlarla donatmalıyız. Ebedi kurtuluşa ulaşmanın yolu budur.
İSLAMIN BİLİME VERDİĞİ DEĞER: İslam dini ilme son derece önem vermiştir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9). Hz. Peygamber (s.a.s.) de, “İlim sahibi olup, ilmini başkalarına öğreten kimseyi” gıbta edilecekler arasında zikretmiştir. (Buhârî, “İlim”, 15) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ilim tahsili için yola çıkanın “Allah yolunda” olduğunu (Tirmîzî, “İlim”, 2) ve Allah’ın ona cennet yolunu kolaylaştıracağını bildirmesi (Müslim, “Zikr”, 39) ilme verilen değeri ortaya koyar. Kur’an’ın ilk emri de okudur. (Alak, 96/1) İnsan kendisine, insanlığa katkı sağlayacak her şeyi okumak ve bu alanda çalışmakla yükümlüdür.
KANAAT HİÇ TÜKENMEYEN HAZİNEDİR: Kanaatkâr olmak, elindekiyle yetinmek demektir. Her insan rızkını elde etmek, yaptığı işte başarılı olmak için çalışmalı ve bu çalışmaların neticesinde Allah’ın kendisine takdir ettiğiyle mutlu olmayı bilmelidir. Çalışmak, kazanmak, daha iyisini yapmaya gayret etmek elbette gereklidir. Ancak daha fazla kazanç için meşru olmayan hiçbir yola tevessül etmemelidir. İnsan kanaatkâr olmazsa ne kadar bolluk ve bereket içinde olursa olsun, yine de sürekli bir eksiklik duygusu yaşayacaktır. Kazandığıyla, elde ettiğiyle hiç yetinmeyecek, mutlu olamayacaktır. Hiç tükenmeyecek servet, hiç sona ermeyecek makam mevki yoktur ama kanaat hiç tükenmeyen hazinedir.
KÜFÜR: Sözlükte “inkâr etme” anlamına gelen “küfür” kelimesi “inanma”nın zıddıdır. Küfür tabiri Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın gönderdiği peygamberleri, dolayısıyla da onların haber verdiği ve inanmaya davet ettiği hususları kabul etmeyenlerin halini ifade eder. Bir hakikate inanmamak haddizatında onun varlığını yok saymak anlamını taşımaktadır. Küfür kelimesi “nankörlük” anlamında da kullanılır. Zira küfür aynı zamanda nimetleri vereni ve verdiği nimetleri yok saymaktır. Kulluğun temelinde var olan şükrün zıddına hareket etmektir. Allah Teâla “Öyleyse yalnız beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152) buyurmaktadır.
KADER VE KAZA: Kader; sözlükte ölçü, miktar, bir şeyi belirli bir ölçüyle yapmak ve belirlemek anlamlarındadır. Allah’ın, ezelden ebede olacak şeylerin zamanını, yerini, özelliklerini, niteliklerini ve nasıl olacaklarını ezelî ilmiyle önceden bilip takdir etmesidir. Kaza; hüküm, emir, işi bitirme ve yaratma anlamlarındadır. Cenab-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle takdir buyurduğu şeylerin sırası geldiğinde, onları, o takdire uygun biçimde meydana getirmesini irade edip yaratması demektir. Kaza ve kader, Allah’ın âlemde koyduğu plân ve programıdır. Kader, İslâm dininde iman edilmesi farz olan esaslardandır. Farz oluşu kitap ve sünnet ile sabittir. Kaza ve kadere iman, Allah’a iman etmenin bir gereğidir.
İman üzerine notlar
AHİRET: Yüce Allah insanoğlunu yaratılışın hikmeti olan kulluk imtihanı (Zâriyât, 51/56) ile baş başa bıraktıktan sonra, ona iki hayat vermiştir. İlki dünya hayatıdır; yani geçici, ölümlü ve fâni hayat (Enfâl, 8/67). İkincisi ise ahiret hayatıdır; yani ebedî, ölümsüz ve bâki hayat (Mü’min, 40/39). Bu noktada ölüm, mümin için bir son değil, onu Allah’a ve ahirete kavuşturan bir vasıtadır (Buharî, “Rikâk”, 41). Ahiret ise, insanın dünya hayatında yaptıklarının karşılığını bulacağı yeni hayattır. (Müzzemmil, 73/20). Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, “Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur.” (Ankebût, 29/64).
YETİME KARŞI ŞEFKATLİ VE MERHAMETLİ OLMAK: Yetim; babası ölmüş kişilere denir. İslam dini, yetimlere iyi davranılması ve onların mallarının korunmasına son derece önem vermiştir. Kur’an-ı Kerîm’de bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir”. (Nisâ, 4/10). Yetimler bize Allah’ın birer emanetidir. Onlara şefkat ve merhamet göstermek, eğitip yetiştirerek topluma yararlı birer insan haline getirmek, büyüyünceye kadar mallarını kollayıp gözetmek ve evlenecek çağa gelince de evlendirmek bizim görevimizdir. Peygamberimiz işaret ve orta parmağını birleştirerek: “Gerek kendisine ve gerekse başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üzerine alan kimse ile ben, cennette işte böyle yan yanayız” (Ahmed b. Hanbel, V, 250) buyurmuştur.
HADDİ AŞMAK: Haddi aşmak; Allah’ın insanlar için koyduğu sınırları yani ilkeleri, kuralları, emir ve yasakları ihlâl etmek demektir. İslamiyet her türlü aşırılığı ortadan kaldırmış, istikameti ve orta yolu göstermiştir. “Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez” (Bakara, 2/190; Mâide, 5/87) âyetleriyle Allah haddi aşmayı haram kılmış, haddi aşanların kalplerini mühürleyeceğini (Yûnus, 10/74) ve onları Cehennemle cezalandıracağını (Kâf, 50/25) bildirmiştir. Atalarımız, “Kişinin haddini bilmesi gibi irfan olmaz” demişlerdir. Öyleyse gücümüzü, imkânlarımızı bilelim, yapabileceğimiz işlerin altına girelim, kısacası haddimizi bilelim ki halkın ve Hakk’ın karşısında mahcup olmayalım.
DİLİN MANEVİ HSTALIKLARI: Dil; Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği nimetlerin en kıymetlilerinden birisidir. Dil insanın olgunluk derecesi, kalbinin tercümanı, ibadet ve itaatin yapılmasında önde gelen araçtır. Sözünde doğruluk bulunmayanın özünde de doğruluk yoktur. İnsanoğlu dilini kullanırken çok dikkatli olmalıdır. Ona hâkim olmalıdır. Yalan, dedikodu, iftira, gıybet, küfür, öfke gibi kötü olan, dinimizin kabul etmediği kaba ve çirkin konuşmalardan onu özenle korumalıdır. Yüce Allah; “Ey müminler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 33/70) buyurmuştur. Peygamberimiz ise, “Kim diline ve ırzına sahip çıkacağına güvence verirse ben de o kimsenin cennete gireceğine güvence veririm.” (Tirmizî, “Zühd”, 47) buyurmuştur.
TÖRE VE DİN: Töre bir toplulukta yerleşmiş bulunan davranış şekillerinin bütününü ihtiva eder. Kuralları veya nizamları her toplumda farklılık gösteren ahlaki normlardır. Kur’an-ı Kerim; tevhid akidesine ve İslam’ın temel esaslarına aykırılık arz eden durumlarda toplumun yaygın kanaatlerini, gelenek ve alışkanlıklarını kabul etmez, ataların yolunu körü körüne izlemeyi cahillik ve taassup olarak niteler. İslam dini kitap, sünnet, icma ve kıyastan sonra inancın gereği ve dinin icaplarına aykırı olmamak kaydıyla toplumun ortak değerlerine saygılı olmayı benimser. Töreler, örf ve adetler; netice itibariyle toplum bireylerinin mutlu ve huzurlu olmasına katkı sağlıyorsa o toplumun kültürü açısından bir zenginlik kabul edilebilir.
KALBİN TAŞLAŞMASI: “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır, taş vardır ki yarılır da içinden sular akar. Yine taş vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” (Bakara, 2/74) İnsanları tükenişe sürükleyen kalplerinin katılaşmasıdır. Kalp, dinî hayatımızın, imânî duyarlığımızın merkezi; dindarlığımızın bir nevi aynasıdır. İnsanın takvasını ve Allah katındaki derecesini kalp belirler. Kalp, manevî açıdan ya hastadır yahut da sağlıklıdır. Hastalığı, şirk, nifak, gösteriş, kibir, haset, dünya tamahı gibi günahlara batmış olmasıdır. Sağlığı da bunlardan arınmış olmasıdır. Ebedî kurtuluşa erenler, günahlardan arınmış bir kalple Allah’a varanlardır.
BİD’AT VE HURAFELER: Bid’at, dinin aslından olmayıp sonradan ortaya çıkarılan, hurafe ise akla ve ilme aykırı olan batıl inançlar ve uygulamalardır. İnsanlar, peygamberlerin tebliğ ettiği dinî esaslardan zamanla uzaklaşarak, bid’at ve hurafelere dalmışlardır. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltilmeden. Kim de Allah’ın ve Resulü’nün rızasına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye günah yükletilir, hem de onların günahlarından hiç bir şey eksiltilmeden.” (Müslim, “İlim”, 6; Tirmizi, “İlim”, 16)
BORÇLANMA: “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir zamana kadar bir borç ilişkisi kurduğunuzda bunu yazın. Aranızdan bir kâtip bunu adaletle yazsın”. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın. Artık o yazsın, borçlu da yazdırsın; rabbi olan Allah’tan korksun ve borçtan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu akılca zayıf veya eksik yahut kendisi yazdıramaz durumda olursa velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahidi de tanık tutun.
Şahitler iki erkek olmazlarsa, rızâ göstereceğiniz şahitlerden bir erkekle -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki de kadın olsunlar. Çağırıldıklarında şahitler gelmezlik etmesinler. Borç küçük olsun büyük olsun vadesini belirterek onu yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha destekleyici ve şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Borç ilişkisinin, aranızda alıp vererek bitirdiğiniz peşin ticaret olması müstesnadır; onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Kâtip de şahit de zarar görmesin. Eğer bunu yapar da zarar verirseniz şüphesiz bu sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah’tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir. (Bakara, 2/282)
CAMİ ADABI: Bir hadis-i kutside: “Benim yeryüzündeki evlerim, mescitlerdir. Orada beni ziyaret edenler, o mescitleri ihya edenlerdir.” (İlâhi Hadisler, H. Hüsnü Erdem, Hadis no: 84) buyrulmaktadır. Camilerin bakım ve onarımı yanında onları yaşatmanın en iyi yolu, bu mübarek mekânları cemaatsiz bırakmamak, cami adabına riayet etmek ve onların çevresini bir kültür merkezi haline getirmektir. Bu maksatla, beş vakit namazın camilerde kılınması teşvik edilmiştir. (Buharî, “Ezan”, 30) Camiye girenlerin manevi kirlilikten arınarak abdestli olmaları, camilere temiz elbiselerle ve hoş kokularla girmeleri, camiye gitmeden önce sarımsak ve soğan gibi tiksindirici koku veren maddeleri yiyerek cemaati rahatsız etmekten özenle sakınmaları gerekir. Camiye girenlerin “Allahım, bana rahmet kapılarını aç!” diyerek girmesi sünnettir.
Camiye giren kimsenin vakit uygunsa oturmadan ‘tahiyyâtü’l-mescit’ niyetiyle iki rekât namaz kılması da sünnettir. Yeryüzünde en kutsal yerlerden olan camiler, Allah’ın evi Kabe’nin birer şubeleridir. Camilere giden insanların belli davranışları sergilemeleri gerekir. Bunlara camii adabı diyoruz. Camiye giren kişinin dikkat etmesi gereken hususlar şunlardır: 1. Camiye abdestli olarak girilmeli, 2. Camiye önce sağ ayak ile girilmeli, 3. Camiye temiz çorap ve elbise ile gidilmeli, 4. Cemaati kokusu ile rahatsız eden soğan, sarımsak vb. şeyler yenilmemeli, 5. Okunan Kur’an ve yapılan sohbet dinlenilmeli, 6. Mecbur olmadıkça camide dünya kelamı konuşulmamalı, 7. Camiye girince ön safa geçmek için cemaat rahatsız edilmemelidir.
HAYVANLARA MERHAMET: “Her canlıya yapılan (iyilik) için bir sevap vardır.” (Müslim, “Selam”, 153) buyuran Sevgili Peygamberimizin hadisinden anlaşılacağı üzere insanlara yapılan iyilikler gibi hayvanlara yapılan iyiliklerin de Allah tarafından karşılığı olacağı bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) hayvanları sevmiş, önemsemiş, hatta onlara güzel isimler vererek değer verdiğini hissettirmiştir. Bu nedenle Peygamberimiz; Allah’ın verdiği görevleri yerine getirenlerden, hayvanların gereksiz ve zamansız avlanmamasını, dövüştürülmemesini, atış hedefi yapılmamasını, kuş, böcek, sürüngen vb. hayvanların sığındıkları yuvalarının bozulmamasını, binek hayvanlarına fazla yük yüklenmemesini, yiyeceklerinin yeterince verilmesini, bakımlarının yapılmasını, hatta kesilecek hayvanların da en güzel şekilde kesilmesini bütün Müslümanlardan özellikle istemiştir.
HAYIRDA YARIŞMAK: Yüce Dinimiz İslam, insana ve topluma hizmet etmeyi mukaddes bir görev olarak kabul etmiştir. İnsanın mutluluğunun vazgeçilmez prensibi olarak gördüğü yardımlaşma, dayanışma, saygı, sevgi, hak ve hukuka riayet etmeye önem vermiştir. İslamda hizmetin temel hedefi Allah rızasını kazanmaktır. Verilen zekat, fitre, sadaka, her türlü ayni nakdi yardımlar bir taraftan toplumda insanlar arasında ekonomik ve sosyal farklılıkları azaltmayı hedeflerken, diğer taraftan da hem verenleri, hem de alanları mutlu etmeyi, aralarında karşılıklı güven, sevgi-saygı ve dayanışma duygusunun oluşmasını sağlamaktadır. Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir. (Al-i İmran, 3/92)
CEHENNEME GÖTÜREN AMELLER: İslam Dini’nin nihai hedefi, Allah’ın birliğine inanan ve bu inancın sevketmesiyle de iyi işler yapan fertler yetiştirmektir. Bu fertler aynı zamanda iyiliğin egemen olduğu erdemli toplumu oluştururlar. Bu bakımdan İslam’da iyi işlerin yapılması emredilmiş, kötü işlerden sakınılması istenmiştir. İyi işler karşılığında ahirette bir takım mükâfatlar vaat edilirken, kötülük yapanların cehennemde azap görecekleri bildirilmiştir. Cehenneme götüren en büyük günah Allah’a şirk koşmaktır. Adam öldürmek, insanlara zulmetmek, toplumda fitne çıkarmak ve zina yapmak insanları cehenneme götüren amellerden bazılarıdır. Bu bakımdan her mümin günahlardan uzak durmak için çaba sarf etmelidir.
ÖLÜM KARŞISINDA SABIRLI OLMAK: Yüce Allah bizleri çeşitli konularda denemektedir ki; bunlardan biri de ölümdür. Ailemizden, akrabamızdan, dostlarımızdan birinin vefatını sabırla karşılamalıyız. Zira ölüm, hayatın sonu değil sevdiklerimizle yeniden bir araya geleceğimiz ebedi hayatın başlangıcıdır. Ölüm karşısında sabredenler Allah’ın rahmet ve merhametine erişirler. Onlar ölümü “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz ona döneceğiz.” (Bakara, 2/156) diyerek karşılamaktadırlar. Ancak Allah’a isyan etmemeksizin bir yakınımızın ölümüne üzülmek ve ağlamak, insani bir durumdur. Hz Peygamber ölen oğlu İbrahim için ağlamıştı. (Buhari, “Cenaiz”, 44) Dinimiz, ölünün arkasından bağırıp çağırmayı, üst-baş yırtmayı, isyan etmeyi yasaklamıştır.
KURBANI ANLAMAK: Kelime anlamıyla kurban; yaklaşmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey demektir. Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutan, sosyal adaletin gerçekleşmesine katkı sağlayan önemli bir ibadettir. Kişi kurban kesmekle Allah’ın emrine boyun eğmiş, kulluk bilincini ortaya koymuş olur. Müminler her kurban kesiminde Hz. İbrâhim ile oğlu Hz. İsmâil’in Cenâb-ı Hakk’ın buyruğuna mutlak itaat konusunda verdikleri başarılı sınavı hatırlarlar. İbrahim ve İsmail (aleyhimesselam)’ın sınavı anlaşılmadan, kurban ibadeti anlaşılamaz. Bu husus Saffât sûresinde, (34/101-103) ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Netice olarak kurban, insanın Allah’a manen yaklaşmasını ifade eder.
KUL HAKKI: İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Toplu halde yaşayan insanlar arasında huzur ve mutluluğun sağlanabilmesi için bireylerin hak ve yükümlülüklerini bilmesi, diğer bireylerin de haklarına saygı göstermesi gerekir. Nitekim yüce Rabbimiz: “İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” buyurmak suretiyle kul hakkını ihlal etmeyi yasaklamıştır. (Şu’ara, 26/227) Kul hakkı, başkasının bedenine, malına, kalp ve ruhuna verilen zararlardır. Peygamberimiz (s.a.s.): “Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.” (Buhari, “Rikak”, 48) buyurmuştur.
GÜNAHLARDAN SAKINMAK: İnsanoğlu iyiliğe de kötülüğü de meyilli olarak yaratılmıştır. Ancak Rabbinin ondan istediği kendini iyi, güzel ve temiz olana yöneltip, kötü ve günah olandan uzak tutmasıdır. Bu bağlamda mümin kimse, Allah’a kulluk bilinci ile hareket ederek günahlardan ve günaha sevk eden bütün yollardan sakınmaya özen göstermelidir. Sevgili Peygamberimiz, büyük günahlar kadar küçük günahlardan da sakınılmasını tavsiye etmiştir. (İbn Mâce, “Zühd”, 29) Ayrıca o, iki işten birini tercih etmek durumunda kaldığında günah olmadığı sürece kolay olanını seçmiş, günah olması halinde ise ondan en uzak duran kimse olmuştur. (Buhârî, “Hudûd”, 10)
RÜŞVET VE YOLSUZLUK: Yüce dinimiz İslam, sevgi ve huzur dolu bir toplum meydana getirmek için insanlar arasındaki her türlü haksızlığı ve kötülüğü haram kılmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk toplumları felakete götüren, birlik ve kardeşlik duygularını kökünden sarsan, huzurun bozulmasına yol açan, adalet, itimat ve güveni yok eden çirkin davranışlardandır. Yüce Allah (c.c.) “Aranızda birbirinizin mallarınızı haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onu yetkililere (rüşvet olarak) vermeyin.” buyurmaktadır. (Bakara, 2/188) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de “Rüşveti alan da veren de Cehennemdedir.” (Cami’us Sagir, 4490) buyurmuştur.
ÖFKESİNE HAKİM OLMAK: Allah (c.c.) insanı, sevgi, korku, üzüntü ve öfke gibi birtakım duygularla donatmıştır. İnsan, bu duyguları gereği gibi kullanamazsa, telafisi imkânsız sonuçlarla karşılaşması kaçınılmaz olur. Duygularının esiri olmak yerine, onlara hâkim olmayı başarabilenler hem dünyada, hem de ahirette huzura kavuşurlar. Kontrol edilmesi en zor duygulardan olan öfkenin, kin ve nefretle de bağlantısı vardır. Atalarımız, “Öfkeyle kalkan zararla oturur.” diyerek, bu konuya dikkatlerimizi çekmişlerdir. Bu nedenledir ki, toplumumuzun her alanında öfkesine hâkim olan aklıselim bireylere fazlasıyla ihtiyacımız vardır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de “Pehlivan, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenendir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, “Edeb”, 102)
DİN, BİLİM, UYGARLIK VE ATATÜRK: Atatürk, iyi bir komutan ve devlet adamı olması yanında, aynı zamanda çağın bilimsel gelişmelerini yakından izleyen, araştıran, inceleyen iyi bir aydındır. Atatürk’ün Cumhuriyetle birlikte ülkeyi çağdaş medeniyet düzeyine ulaştırmak için çaba sarf ederken, dine ve din hizmetlerine olan ihtiyacı göz ardı etmediğini görmekteyiz. Atatürk, Türk Milletinin Kur’an’ı ve İslam’ı iyi okuyup anlamasını ve cehaletten kurtulmasını çok istiyordu. Aydınlanma ve uygarlığın gerçekleşmesi için bu şarttı. Bu amaçla Cumhuriyetin ilk kurumlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu sırasında TBMM’nce özel ödenek ayrılarak, Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri yaptırma kararı aldığında, Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı makamında olduğunu hatırlarsak konu daha iyi anlaşılacaktır.
KURAN’DA BİLGİNİN DEĞERİ: İslam’ın dünya görüşünün tam ve doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için bilgiye ihtiyaç vardır. Bu sebeple Kur’an’ın kuşatıcı bir kavramı olan ilim, alem tasavvurunda hayatî bir önem arz etmektedir. Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu ilim kavramı İslam medeniyeti içerisinde çok zengin bir bilgi kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Kur’an’da ilim (bilgi) kelimesi, sözlükte geçen genel anlamıyla kullanılmıştır.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde ilim kelimesi “bilgi” anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da “Melekler, ‘seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler.” (Bakara, 2/ 32) “Şüphesiz Allah onu (Talut’u) Sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/247) buyrularak bilginin önemi vurgulanmıştır. Bu itibarla bilgi insanın dini ve sosyal hayatına yön veren çok önemli bir etkendir. Doğru bilgi ile hareket eden kişi dünyada olduğu gibi ahiret aleminde de huzura kavuşacaktır.
İman üzerine notlar
ALLAH HER AN BİZİMLEDİR: Allah Teâlâ, insanı yaratmış, onu imtihan etmek maksadıyla yeryüzüne göndermiştir. İnsanların hangisinin daha güzel amelde bulunacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. (Mülk, 67/2) Kullarına karşı çok şefkatli ve merhametli olan Allah Teâlâ, bu imtihan yolculuğunda kullarını başıboş bırakmamıştır. Onları uyaran peygamberler, kitaplar göndermiştir. Zira Allah her an bizimledir, kullarını gözetmektedir. Her şeyi gören, duyan ve bilen Rabbimiz her an kullarıyla beraberdir. O, kullarına şah damarlarından daha yakın olandır. (Kâf, 50/16) Allah Rasûlü, hayatının her anında Rabbi’nin onun yanında olduğunu bilmiş, her an O’na sığınıp güvenmiştir. En sıkıntılı anlarında dahi, Rabbi’ne tevekkül etmiş, O’ndan yardım dilemiştir. Hicret esnasında Hz. Ebubekir’le birlikte Sevr mağarasına sığındıklarında Allah Rasûlü mağara arkadaşını “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” diyerek teselli etmiştir. (Tevbe, 9/40)
HASET VE KISKANÇLIKTAN KAÇINMAK: Kıskançlık, pek çok kötülüğü beraberinde getiren önemli bir ruh hastalığıdır. Böyle insanlar başkalarının üstünlüklerini kendilerine yediremezler. Kıskançlık ve hasetlik, ahlaklı bir insanda bulunmaması gereken kötü huylardandır. Kıskançlık duygusu çoğu kez kıskanılan kimseye zarar vermeye kadar gidebilir. Bu nedenle insanların güzel ve üstün özelliklerini kıskanmamalıyız. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de; “…Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik eder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nîsa, 4/128) buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Hasetten kaçının. Çünkü o, ateşin odunu veya kuru otu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları tüketir.” (Ebu Dâvud, “Edeb”, 52, 4903) buyurmuştur.
SALİH AMEL: “Salih” kelimesi, güzel, doğru, hayırlı anlamlarına gelir. “Amel” kelimesinin ise Türkçe’deki en yakın karşılığı “iş”tir. Dolayısıyla salih amel, iyi ve hayırlı iş anlamına gelir ki, bu da Kuran’da Allah (c.c.)’ın rızasına ve indirdiği ahlaka uygun her türlü fiil ve hareketi ifade eder. İnsanı doğru yola ulaştıracak ve ona ahirette büyük nimetler kazandıracak olan şey, iman etmesinin yanında, o imana uygun salih ameller işlemesidir. Çünkü salih amel, kişinin, yalnızca Allah (c.c.) rızasını gözettiğinin, samimi iman ettiğinin bir göstergesidir. Allah (c.c.), Kur”an’da şöyle buyurur: “İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri imtihan ettik; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.” (Ankebut, 2-3)
DÜNYA – AHİRET DENGESİ: Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde dünya hayatının geçici, ahiretin ise ebedî olduğu, insanların dünyanın geçici zevklerine ve aldatmacalarına kanmamaları, daha hayırlı ve kalıcı olan ahiret mutluluğunu yakalamaları gerektiği vurgulanmaktadır. Bununla birlikte Kur’an, dünya hayatının da ihmal edilmemesi gerektiğini, çünkü ahiretin dünyada kazanılacağını, ahirette mutlu olmanın dünyadaki yaşayışa bağlı bulunduğunu ifade etmektedir “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilikgüzellik ver, ahirette de iyilik-güzellik ver…” (Bakara, 2/201) ayetinde de bu dengeyi görebiliriz. Peygamber Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, günlük hayatında bir taraftan ibadetle meşgul olurken, diğer taraftan Müslümanların ve aile fertlerinin işlerini tanzim buyururdu. Bununla da kalmaz, hastaları ziyaret eder, akraba ve dostlarına yardımcı olurlardı.
ADALETTEN AYRILMAMAK: İslam’ın en temel erdemlerinden biri olan adalet, her hak sahibine hakkının verilmesi, kimseye haksızlık edilmemesi demektir. İslam’da adalet insanlar arasında sınıf ve statü farkı gözetilmeksizin herkese karşı ve Allah için uygulanır. Adalet, kişinin kendine ve toplumun diğer bireylerine karşı her zaman ve her şart altında gözetmek durumunda olduğu; hak, eşitlik, denge, orta yol gibi değerleri bir araya getiren bir erdemdir. Adalet, mülkün yani yönetimin temelidir. Hukukta, mirasta şirket vb. paylaşımlarda kalıcılığın ve devamlılığın birinci şartıdır. Fert ve toplum için huzur ve güven kaynağıdır. Allah adaleti emretmiş, zulmü ise yasaklamıştır.
ADALETTEN AYRILMAMAK: İslam’ın en temel erdemlerinden biri olan adalet, her hak sahibine hakkının verilmesi, kimseye haksızlık edilmemesi demektir. İslam’da adalet insanlar arasında sınıf ve statü farkı gözetilmeksizin herkese karşı ve Allah için uygulanır. Adalet, kişinin kendine ve toplumun diğer bireylerine karşı her zaman ve her şart altında gözetmek durumunda olduğu; hak, eşitlik, denge, orta yol gibi değerleri bir araya getiren bir erdemdir. Adalet, mülkün yani yönetimin temelidir. Hukukta, mirasta şirket vb. paylaşımlarda kalıcılığın ve devamlılığın birinci şartıdır. Fert ve toplum için huzur ve güven kaynağıdır. Allah adaleti emretmiş, zulmü ise yasaklamıştır.
FAZİLET HİSSİ ALLAH KORKUSUNDANDIR: “Allah’a iman edip O’na bağlananlar var ya, işte Allah onları lütuf ve rahmetiyle kuşatacaktır.” (Nisâ, 4/175) Allah’a sevgiyle bağlananlar, iç dünyalarında en mükemmel kanunlardan daha etkili bir disipline sahip olurlar. Onlar, nefis ve şeytana değil; sadece Allah’a kulluk ederler. Yine onlar, sırf kendilerini düşünen bencil insanlar değildir. İhtiyaçları olmasına rağmen başkalarını kendilerine tercih ederler. Fedakârlığı bir yaşayış tarzı, hayatı da bir fazilet yarışı olarak görürler. (Müminûn, 23/57-61) Faziletlerle donanmış bütün bu hayat, Allah’a karşı duyulan içten bağlılığın bir neticesidir. Kısaca, insandaki cömertlik, dürüstlük, iffet, vefa vb. bütün ahlâkî değerler, Allah sevgisi ve saygısının gönüllerde kökleşmesi ile gelişir.
İLAHİ ÇAĞRI EZAN: Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini duyurmak anlamına gelen ezan; namaza dâvet, kurtuluşa çağrıdır. Ezan, Müslümanlığın şiarı, okunduğu ülkede İslamın varlığının sembolüdür. Gönülleri huzurla dolduran ezan, ruhlara güven verir, imanın tazelenip güçlenmesini sağlar. Ezan; sünnet-i müekkede olup hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır. Beş vakit namaz ile Cuma namazı için ezan okumak sünnettir. Namaz vakti girmeden ezan okunmaz; eğer okunmuşsa vakit girdikten sonra iade edilmesi gerekir. Ezan okuyan kimsenin Müslüman, erkek ve akıllı olması şarttır. Ezan; yüksek bir yere çıkılarak, kıbleye karşı, ayakta, yüksek sesle, kelimeler ağır ağır ve aralıklı olarak okunur.
İSRAF: Aşırıya kaçmak, haddi aşmak veya nimetleri gerektiği yerde gerektiği ölçüde kullanmamak anlamına gelen israf dinimizce yasaklanan ahlâkî davranışlardan biridir. Harcamalarımız, zorunlu bir ihtiyacımızı veya yaşamımızı kolaylaştıran bir gereksinimimizi karşılamıyorsa israf ediyoruz demektir. Nitekim bir hadisinde “Kibre düşmeden ve israfa kaçmadan yiyin, sadaka verin ve giyinin!” (Nesâî, “Zekât”, 66) buyuran Efendimiz (s.a.s.) gururlanma ve gösterişe yol açacak tüketimin israf olacağını belirtmiştir. Bilinçsiz tüketim sadece bireysel ahlâkı yozlaştırmakla kalmaz, toplumsal refahı ve huzuru da olumsuz etkileyen boyutlara ulaşır. Özellikle millî kaynakların fütursuzca tüketimi, hem millî serveti hem de bunun için harcanan enerji ve zamanı zayi etmektedir.
HAYAT VE TASARRUF: Tasarruf; genel anlamıyla yarınlarımız için gerekli olan ve şuanda elimizde mevcut bulunan kaynakların idareli harcanmasıdır. Üzerinde yaşadığımız dünyanın kaynaklarının hayati değerinin olduğunu, gelecek nesilleri de düşünerek itinalı tüketmek gerektiğini çok iyi bilmeliyiz. Yüce Allah; “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan, 25/67) buyurarak tabiattaki dengenin korunmasını ve orta bir yolun tutulmasını emreder. İsraf, lüks, gösteriş gibi aşırı tüketim maddi ve manevi birçok sıkıntıyı da doğurur. Elimizde bulunan her şeyin imtihan vesilesi birer emanet olduğunu, bunları ölçülü bir şekilde kullanmamız gerektiğini unutmamalıyız.
HADDİ AŞMAMAK: Yüce Allah kullarına riayet etmeleri gereken bir takım kurallar, ölçüler veya sınırlar belirlemiştir. Kur’an’da “hudûdullah” olarak ifade edilen bu sınırları dikkate almadan hareket eden kimse haddi aşmış sayılmakta ve kınanmaktadır. Kendine hakim olup Allah’ın koyduğu sınırları aşmayan, O’nun karşısında sahip olduğu konumun bilincinde olan, her işinde ölçülü ve dengeli davranan kimseler ise gerçek inananlardır. Yaratıcının belirlediği ölçülerin dışına taşmamaya çalışmak müminin kulluk görevidir. Mümin yemesinde, içmesinde, konuşmasında, vaktini kullanmasında, harcamalarında, kısacası hayatın her alanında dengeli olmalı ve şu duayı dilinden düşürmemelidir: “Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki israfımızı (taşkınlığımızı) bağışla…” (Âl-i İmrân, 3/147)
Şüphesiz iman ettikten sonra inkâr eden, sonra da inkârda ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.(Al-i İmran 3/90)
İman üzerine notlar